GÖK
(Bu metin, Atina’da
Aleksi’nin polis tarafından katledilmesinin ardından patlak veren isyanı ve bu
kitlesel kabarış sırasında yöntemleri, taktikleri ve militanlıklarıyla öne
çıkan İsyankâr Anarşistleri küçümsemeye kalkan, kendi konformist önyargılarını
söz konusu isyana enjekte etmeye soyunan “anarşist”lik iddiasındaki liberal
sivil toplumculara hitaben yazılmıştır. O güruh, söz konusu tarihlerde birtakım
mail gruplarında Yunanistan’daki İsyankâr Anarşistlere akıl vermekle, plan,
program önermekle meşguldü! Hafızaları tazelemek açısından tekrar paylaşıma
sunuyoruz.)
Davranış
kodlarını, erdem olarak nitelenen hal ve tavırları belirleyen bir değerler
skalası, her tarihsel dönemin kendi ruhsal ikliminde şekillenir. Kültürel,
sosyal alışkanlıklar, kavramlara yüklenen anlamlar, gündelik hayatın içinde
alınan pozisyonlar çerçevesinde güncel kabul gören davranış biçimlerinin, hatta
politik duruşların, politika yapma tarzlarının tümünü içine alan bir genel
kapsayıcı etik dizge ortaya çıkarır her tarihsel konjonktürde. Böylelikle, egemen
siyaset ve kurumlar kadar onlara karşıtlık üzerinden kendini tarif eden, kuran
öznelerde de bazı politik pozisyonların, duruşların, davranış biçimlerinin
‘moda’ olması, bazı değerlerin ise ‘demode’ olarak tasnif edilerek terk
edilmesi alışıldık bir durumdur. Tabii, bu moda değerlerin Aydınlanmacı
ilerleme paradigması dahilinde her takvim atımında güzele, iyiye doğru
yapılanmadığını da vurgulamak lazım. Rasyonel düşünce geleneğinin ‘tarihin
tekerleğinin ileriye doğru dönmesi gerektiği’ tezi çoktan miladını doldurmuş
bir iyimserliğe tekabül etmekle kalmıyor, artık düpedüz –felsefi tabiatı
gereği- kurulu sistemlerin ideolojik cephaneliğinde kullanılıyor. Modernizmin
araçsal aklı, bizatihi tekno-endüstriyel toplumsal normların, dayatılan
sembolik kültürün has elementlerinden biri olmayı sürdürüyor.
Bireyin iradesini
hapsederek, onu boyunduruk altına almaya hizmet eden tarihçiler, sosyologlar,
siyaset analizcileri ise iktidarın, kurulu sistemin en işlevli ahmakları
kategorisini oluşturuyorlar. Velhasıl kelam, dünyaya iktidarın gözleriyle
bakmak için sıraya girmiş sayısız kurumsallaşmış sektör, iktidarın diliyle
konuşmayı alışkanlık haline getirmiş yüzlerce ‘entelektüel’ vasıtasıyla kendi
hegemonyasını hâkim kılmayı başarıyor. Bu hegemonya, o kadar yaygın ve gelişkin
ki, yalnızca sistemin değerlerinin zerk edileceği ‘sıradan insanlar’ diye
kategorize edilen toplumun genel çoğunluğunu etkisi altına kalmakla kalmıyor,
aynı zamanda sisteme yönelik şu ya da bu muhalif karakteri benimseyen
öznelerin, grupların ekseriyetini de kendi diline, kavramlarına hapsediyor.
Günümüzde sistem karşıtlarının, muhalefetin ezici çoğunluğunun dilinin haznesi,
kavramsal kapasitesi tekno-endüstriyel sistemin hegemonik boyunduruğu
altındadır. Bu tür yaygın muhalefetin söylemleri, alternatif önerileri,
politika yapma biçimleri tamamıyla sistemin sunduğu gösteri alanının
dengelenmesine yarayan terazinin diğer ağırlık merkezini teşkil eder;
terazideki ağırlıkların sınırlarını belirlemek de sistem egemenlerine kaldığı
müddetçe de – ki aynı dilin, aynı çerçevelerin içinden konuşulduğu sürece bu
erk hep egemenlerin olacaktır – muhalif konumlanmanın özünde iktidarın aynadaki
tersten tezahürü olma durumu devam edecektir.
Bu düzlemde
şekillenen bir muhalefet söylemi, kavramsal ifade yeteneğini tamamen sistemin
kodlarına teslim etmek zorundadır. Nitekim, küresel planda gelişen itirazın
pozitif, olmazsa olmaz değerler atfettiği birçok şiarın aslında düpedüz sistem
aklına içkin olduğunu görmemek imkansız. Yeryüzünün her köşesinde itirazın,
isyanın diline ket vurulma süreci başarıyla noktalanmış bulunuyor. Artık
isyancılar – daha doğrusu kendini o konumda varsayanlar- güya ezilenleri,
mağdur konumda olan kesimleri ayrımcılığın tahakkümcü söyleminden korumak adına benimsenmiş ‘siyaseten doğruculuk’ terminolojisinin
steril ikliminden kendilerini, önerilerini tarif ediyorlar. Siyaseten
doğruculuk denen genel kabul, bir çeşit ‘Demokles’in kılıcı’ misali her türlü
hakiki yıkıcı eleştirinin, eylemin karşısında sistemin reel güçlerinden önce
birincil barikat olma özelliğine sahip. Ancak bu ‘dost’ barikatına takılmadan
geçebilen isyancılar, sistemin ideolojik/kültürel/fiziki güçleriyle
hesaplaşabilme şansına nail olabiliyor. Siyaseten doğrucu tavrın zayıf noktası,
psikolojide ‘nevrotik zorlama’ diye adlandırılan zayıflıkla aynıdır. Yani asıl
sorun siyaseten doğrucu tavrın çok köktenci olmaması, yeterince karşıtlık
barındırmamasıdır. Siyaseten doğruculuk ilk bakışta cinsiyetçi ve ırkçı olan
her şeyin reddini, cinsiyetçilik ve ırkçılık izlerini açığa çıkarmaya yönelik
sürekli bir çabayı içerirmiş gibi görünür. Ancak bu çabaların özünde son
kertede, siyaseten doğruculuk sisteme dair temel gerçekten kopamamanın tül bir
perdeyle kamufle edilmesidir. Bu bağlamda da siyaseten doğruculuk tavrı,
radikalizmle herhangi bir bağlantısı olmayan, hatta hakiki radikallerin önüne
set çekmekte mahir bir liberal ideolojik zırha denk düşer. Bu dil ve tavırla
kendini var eden her akımın hepsinin birden ortak keseni ise koyu bir
liberalizmdir.
Siyaseten doğruculuk adına ‘beyaz’laşmış,
steril ve sistem tarafından muhatap alınabilir ‘akıllı, uslu’ muhalefetin
eleştirisinin yöneldiği kesimler, bu terminolojiyi ve ön kabulleri tanımayan
hakiki radikaller olmuştur her zaman. Yeryüzünün herhangi bir köşesinde isyan
eden, egemenlere başkaldıran birileri hasıl olduğunda, bu özneler iktidarla mücadeleye girişmeden
önce siyaseten doğrucu liberal muktedirlerin ideolojik saldırılarını ekarte
etmek zorunda kalmışlardır/kalıyorlar. Bu kesimler, isyancı özneleri ‘cahil,
sorumsuz serseriler’ olarak kodlamaktan özel bir zevk almaktalar.
Barış, şiddet,
isyan vs. gibi birçok başlık altında sistemle örtüşen hâkim Beyaz dilin
dışavurumlarını sıralayabilir, tahlil edebiliriz. Söz konusu perspektifin asıl
zaaflı damarını gündem üzerinden tanımlamaya gerek yok aslında. Tüm renklerden ve
çeşitlerden Beyaz muhalefetin ortak kesişim noktası, tahakkümün baskıcı
uygulamalarına yönelik bireyin içinde alev alev yükselen öfkenin kudretli
enerjisini ‘akılcı’ araçlarla söndürmeye, ehlileştirmeye odaklanmasıdır asıl olarak.
Bu yangın söndürücülüğün bahanesi dönem dönem barışcılık, şiddet karşıtlığı,
ırkçılığa meydan vermemek gibi niyetlerle tezahür edebilir. Bu tür bir
maskeleme girişimlerine ve bu dilin tekno-endüstriyel sisteme içkin yapısal
özelliklerine karşı uyanık olmak da en az iktidara tavır almak kadar önemlidir,
ihmal edilmemelidir.
Sonuç olarak,
Borges’in “ayna varsa gölge de vardır.” cümlesini New Model Army’nin şarkısında
olduğu gibi “ aynaya da, gölgeye de hayır!” eklentisiyle tamamlamak tüm
isyancıların boynunun borcudur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder