25 Ekim 2010 Pazartesi

SÜRREALİZM MANİFESTOSU'NDAN...



ANDRE BRETON

Benim tasavvur ettiğim biçimiyle sürrealizm, mutlak uyumsuzluğumuzu öylesine açıklıkla ortaya koyar ki, gerçek dünyanın mahkemesinde bizi aklayacak belgelere tercüme edilmesi söz konusu bile olmaz. Aksine, bu dünyada ulaşmayı umduğumuz o mutlak dalıp gitme halini haklı göstermeye yarayabilir. Kant’ın kadınlara dalıp gitmesi, Pasteur’ün “üzüm”lere dalıp gitmesi, Curie’nin arabalara dalıp gitmesi, bu açıdan, son derece semptomatiktir. Bu dünya, olsa olsa çok nispî olarak düşünceyle uyumludur, ve bu tür olaylar, parçası olmaktan gurur duyduğum bir savaşın en bariz fasıllarıdır sadece. Sürrealizm, bir gün hasımlarımızı yenmemizi sağlayacak “görünmez ışındır”. “Artık titremiyorsun, kadavra.” Bu yaz güller mavi, orman camdan. Yeşil pelerinine bürünmüş toprak, bende ancak bir hayalet kadar etki bırakıyor. Yaşamak ve yaşamayı bırakmaktır asıl hayalî çözümler. Varoluş başka yerde.(1924)


Sanat Manifestoları: Avangard Sanat ve Direniş (Der: Ali Artun)

COBRA


CONSTANT NİEUWENHUYS

Bizim sanatımız devrimci bir dönemin sanatıdır: hem batmakta olan bir dünyanın tepkisi hem de yeni bir çağın müjdecisi. Bundan ötürü, ilkinin ideallerine uymaz, öte yandan ikincisininki de henüz yaratılmayı beklemektedir. Ama dirençle karşılaştığı ölçüde güçlü bir hayat kuvvetinin ifadesidir ve yeni bir toplum kurma mücadelesinde hatırı sayılır öneme sahiptir. Burjuva tini ise hayatın her alanına nüfuz etmiş durumda, hatta zaman zaman halka (yani kendi eline bırakılmış özel bir halka) sanat götürme iddiasında bile bulunuyor.

Ama bu sanat artık bir afyon olarak işe yarayamayacak kadar bayat. Kaldırım ve duvarlardaki çiziktirmeler, insanın kendini ifade etmek için doğduğunu açıkça gösteriyor; artık onu bir memur ya da ortakçı kalıbına sokarak bu ilk dirimsel gereksinimini karşılamaktan alıkoyan iktidara karşı mücadelesi tam yol. Bir resim, renklerin ve çizgilerin kompozisyonu değil, bir hayvan, bir gece, bir çığlık, bir insandır – ya da bunların hepsi birden. Burjuva dünyasının nesnel, soyutlayıcı tini, resmi onu var eden araca indirgedi; oysa yaratıcı imgelem her formu tanımaya uğraşır ve soyutun steril atmosferinde bile, etkin bir alımlayıcı için tüm doğal ya da yapay formların sahip olduğu çağrıştırma gücünü harekete geçirerek, gerçeklikle yeni bir ilişki yaratmıştır. Bu çağrıştırıcı güç sınır tanımaz; böylelikle denebilir ki, sanat, HİÇBİR ŞEY ifade etmediği bir dönemin ardından, HER ŞEY demek olduğu bir döneme girmiştir. (1948)


Sanat Manifestoları: Avangard Sanat ve Direniş (Der: Ali Artun)

Politikada veya Sanatta Yeni Eylem Biçimleri ve Sitüasyonistler


GUY DEBORD

16 Ocak'ta Caracas'ta düzenlenen Fransız sanatı sergisine saldırı düzenleyen silahlı bir grup öğrenci, sergiden aldıkları beş tabloyu, siyasî mahkûmların salıverilmeleri koşuluyla iade edeceklerini açıkladılar. Güvenlik güçleri, Winston Bermudes, Louis Monselve ve Gladys Troconis'le giriştikleri silahlı çatışma sonucunda tabloları geri aldılar. Birkaç gün sonra, başka yoldaşlar söz konusu tabloları taşıyan polis kamyonuna bombalı saldırıda bulundu, ne yazık ki kamyon zarar görmedi. İşte geçmişin sanatına nasıl muamele edileceğini, hayatta gerçekten önemli olan şeyler uğruna nasıl yeniden oyuna dahil edileceklerini gösteren örnek bir olay. Gauguin'in (“her şeye cüret etme hakkını yerleştirmeye çalıştım”) ve Van Gogh'un ölümünden bu yana, düşmanları tarafından ele geçirilen yapıtlarının kültür dünyasından gördükleri ruhlarına uygun yegâne karşılık, muhtemelen Venezüellalıların eylemi olmuştur. 1849'daki Dresden ayaklanması sırasında, Bakunin tabloların müzeden çıkarılmasını ve düşman saldırılarını önleyip önleyemeyeceğini görmek için kentin girişindeki barikatlara konulmasını önermişti (başarılı olamadı, o ayrı). İşte Caracas’taki çatışmanın, devrimci isyanın son yüzyıldaki en ateşli anlarından biriyle arasında nasıl bir bağ olduğunu, hatta onun ötesine nasıl geçtiğini görüyoruz.

Son haftalarda, İspanya'ya turistik geziler düzenleyen acentelere karşı yangın bombalarıyla saldırıda bulunan ya da nükleer silahlanmanın tehlikelerine karşı uyaran korsan radyo yayınları düzenleyen Danimarkalı yoldaşların eylemlerini de aynı derecede heyecan verici buluyoruz. İskandinav ülkelerindeki “sosyalleştirilmiş” kapitalizmin sıkıcı ve rahat bağlamında, o “insanileşmiş” düzenin temelinde yatan şiddetin bazı veçhelerini ifşa eden şiddetleriyle ortaya çıkıveren insanları görmek çok umut verici: Örneğin bu düzenin iletişim tekelini ya da turizm veya eğlence sektöründe örgütlenmiş yabancılaşma görünümlerini ifşa ediyorlar. Bu rahatlığın yol açtığı can sıkıntısının kabullenilmesi gereken diğer bir yüzü de vardır: Bu huzur yalnızca yaşamın kendisi olmamakla kalmaz, atomik ölüm tehdidine dayalıdır aynı zamanda; organize turizm yalnızca gezilen ülkeleri gizleyen sefil bir gösteri olmakla kalmaz, bu şekilde nötr bir gösteriye dönüştürülen ülkenin gerçeği, Franco rejiminin polisidir.

Sanat Manifestoları: Avangard Sanat ve Direniş (Der: Ali Artun)

5 Ekim 2010 Salı

MAX STİRNER: İdeoloji müritlerinin nefret etmeyi sevdiği anarşist


JASON McQUİNN


Max Stirner( Avrupalı bir anarşistin ilk kullandığı takma ismiyle Johann Caspar Schmidt), 1848'deki Prusya Devrimi'ni takip eden yıllarda Hegel sonrası oluşan felsefi çevrenin ayrışmasındaki en tanınan merkezi karakterlerden birisidir. Stirner, 1806'da doğdu, Hegelci felsefenin egemen olduğu eğitim sisteminde üniversiteye gitti; felsefe, filoloji ve teoloji üzerine çalıştı -o zamanlarda Hegel'den de dersler aldı. Ancak üniversitede sınavlarda başarılı olamadı. Berlin’de çalışma saatlarinin dışındaki zamanlarında şarap barlarına ve kahve evlerine sık sık uğrarken, bir yandan da “lisede”1 kızlara öğretmenlik yaptı. “Die Frein”2 ( Özgür grubu) ile Friedrichstrasse'deki Hippel'in şarap barında ilişkilenmeye başladı, aynı zamanda Bruno Bauer, Friedrich Engels ( dutzbruder3) ve Arnold Ruge gibi dönemin önemli isyancı entelektüellerinden bazılarıyla da arkadaşlık geliştirdi.

Stirner'in kötü şöhreti neredeyse tamamen onun başyapıtıyla ilgili: Der Einzige und sein Eigentum (Biricik ve Mülkiyeti) 4. Stirner'in daha önceden de makaleler yazmış, analizlerini ifade etmiş ve bunları yayınlamış olmasına rağmen, 1844 yılı sonlarında kitabının basılması, “Die Frein” daki yoldaşları ve Prusya'daki geniş liberal ve radikal kültürel çevrelerde bir şok etkisi yarattı. Stirner'in metni, yalnızca çağdaşlarına kıyasla daha radikal değildi; aynı zamanda Hegel'in felsefi sistemine, Ludwig Fuerbach'ın hümanizmine, Bruno Bauer'in eleştirel eleştiriselliğine, Wilhelm Weitling'in komünizmine, Pierre-Joseph Proudhon'un karşılıkçı anarşizmine ve Karl Marx'ın gelişmekte olan Fuerbachçı komünizmine de yıkıcı eleştirel yumruklar indiriyordu. Moses Hess'in, Fuerbach'ın ve Bauer'in metnine yönelik tepkisel yazılarına yanıt olarak, Stirner, onların hatalı okumalarına dönük açıklamalarda bulunmak için Recensenten Stirner's5 (Stirner'in Eleştirisi) ni yayınladı.

Engels'in Stirner'in metnine yönelik başlangıçta duyduğu coşku, Marx'ın uyguladığı kaba disiplinle bir anda yok oldu. Kısa bir süre sonra, Marx ve Engels, Stirner’in muazzam çalışmasına Die Deutsche Ideologie (Alman İdeolojisi) ile, ki Stirner hiçbir zaman bunu göremedi, cephe açtılar. Stirner’in Eleştirisi de aynen Biricik ve Mülkiyeti gibi, o yıllardaki (1844- 48) ayaklanma ve tartışmaların gölgesinde kaldı ve neredeyse unutuldu.

1700'lerin sonunda ve 1800'lerin başında Avrupa’da, anarşist çevreler, gruplar ortaya çıkmadan önce de, de facto olarak dikkat çeken anarşistler yaşamaktaydı. Max Stirner sadece ayrıntılara özen gösteren ve tutarlı bir anarşist teorik yönelimi olan bir yazar değildi; o, aynı zamanda felsefi manada gelmiş geçmiş en önemli anarşist eleştiriyi de ortaya koymuştu. Stirner’in teorisi, hem anarşist çevreler içinde hem de dışında, büyük tartışmalara ve keskin çatışmalara vesile oldu. Stirner'in betimleyici, fenomenolojik egoizmi ve mutlak olarak köleliğin her türünü, biçimini reddetmesi anarşist ahlakçılar, ideologlar ve (özellikle solcular ama bireyciler ve diğerleri de dahil) her kanattan politikacılar nezdinde rahatsızlık yarattı. Her tek bireyin, daima kendi kararlarını aldığını ve her an kendi iradesine sahip çıkmak veya kendine yabancılaşmak ve köle olmak seçenekleriyle yüzleşmekten kaçamayacağını açık ve net biçimde kabul eden Stirner, sadece reaksiyonerlerin değil, aynı zamanda kendisini radikal ilan edenlerin ve sözümona anarşistlerin de isyanı kendi emellerine alet edip yeni yabancılaşma ve kölelik biçimlerine kanalize etme girişimlerini tüm çıplaklığıyla ifşa eder. Der Einzige und sein Eigentum’da Stirner’in, zorunlu ahlak yoluyla köleliği yasallaştırmak isteyenlere, politik koşullara ve kapitalist ekonomiye ya da eşdeğer kurumsal biçimlere boyun eğmeyi meşrulaştırmaya çalışan ideoloji taraftarlarına ve herkesi hizada tutmak için çabalayanlara, insanları sürü gibi yönlendirmeye çalışan politikacılara yönelik sert eleştirileri mevcut. Marksistler, militaristler ve politikacılar tarihleri boyunca Stirner'e “şeytani anarşist” muamelesi yaptılar. Anarşist camianın içinde bile, Proudhon'dan Bakunin'e, Kropotkin'den Faure'ye, Maximoff'tan Arshinov'a ve özellikle 20. yüzyıl boyunca anarko-solun sıradan ideologlarına göre, Max Stirner'in sözleri lanetliydi!

Ancak hâlâ, - anarko-solcuları ne kadar öfkelendirse de- içine anarşistlerin de dahil olduğu, Stirner’in uyarılarını ve eleştirilerini dikkate alan, evcilleşmemiş ve kontrol edilemez başıbozuklar, kendini domine edecek kurumları reddeden neşeli ve radikal bir azınlık her zaman var. Stirner'in söylediği gibi, “Hiçbir şey bana benden önemli değildir!”. Bu söz, açıkça, yalnızca kendi hayatımızı nasıl yaşayacağımızı seçtiğimizde özgür olacağımız anlamına geliyor. Politikacılar, ekonomistler, ideoloji taraftarları, rahipler, felsefeciler, polisler ve her türlü üçkâğıtçı sanatçılar, yasal yollardan ya da değil, planlarla, ve/veya bombalarla ve silahlarla: Yaşamlarımızdan defolup gidin! Bunlara, gözlerimize perde çekebileceğini sanan her türlü üçkâğıtçı anarşist de dahil!


Dipnotlar:

Gymnasium1 : O dönemde, aşağı yukarı bir kolej hazırlık okuluna denk düşüyor.

Die Frein2: Serbest Genç Hegelciler grubunun ismi.

Dutzbruder3 : “Resmi” olmayan ve birbirini yakından tanıyanların “sen” olarak kullandıkları kelime (Almanca du- sen'in, bruder- kardeş ile birleşiminden oluşan kelime )

Der Einzige und sein Eigenthum4: Biricik ve Mülkiyeti

Recensenten Stirner's5 ,Stirner'in Eleştirisi
: Bu açık seçik savunma, 1845 Eylül'de Wigands Vierteljahrsschrift’te yayınlandı (ama genellikle görmezden gelindi).

Die Deutsche Ideologie6, Alman ideolojisi
: Marx kulaklar, komiserler ve gizli servisin topraklarında bir Tanrı’ya dönüştükten sonra en sonunda basıldı, ama kitabın Stirner’in isminin geçtiği büyük bir bölümü sansürlendikten sonra!

4 Ekim 2010 Pazartesi

FEMİNİZM ÜZERİNE



ALFREDO BONANNO

Sosyal mücadelelerdeki devrimci girişimlerini kadın olmasına dayandıran, anarşist Emma Goldman'dı, -yazıları da bunu açıkça kanıtlamaktadır.

Emma'nın 30 yıllık anarşist propagandasında ve desteklediği tartışmalarda karşılaştığı engeller, bugünün devrimci hareketinde hâlâ mevcuttur ve kadın özgürleşmesi mücadelelerinde hiç de önemsiz bir yer kaplamamaktadır.

Emma, iyi tanınan, tüm yaşamlarını sosyal devrim mücadelelerinde geçirmiş anarşistlerin bariz erkek şovenizmiyle çatışırken, Most ya da Kropotkin gibi adamlarla tartışırken, bunu öncelikle bir kadın olarak yaptı, bu adamların -neredeyse bilinçsizce- kendisine dayattığı marjinal rolü reddetti. Cinsiyet meselesini ortaya attığında, kadının maruz kaldığı ayrımcılığa ve bunun sosyal sonuçlarına çok açık bir biçimde işaret ettiğinde, sıklıkla skandala neden oldu ve devrimci örgütlenmeler içerisinde şüphe tohumları ekti.

Bu durum hâlâ büyük ölçüde devam ediyor; daha doğrusu, temaların keskinleşmesi ve analizlerin derinleşmesiyle birlikte daha vahim bir hal aldı; erkek ve kadın yoldaşlar arasındaki hayali bir çatışma içinde, iki tarafın da birbirine derdini anlatamadığı ve birbirini anlamadığı keskin bir ayrıma yol açtı.

...

Temel olarak, bizce kadınların uğruna mücadele verdikleri devrime, otoriter bir perspektif yoluyla ulaşılamaz - yani, gelecekteki iktidar "elitinin" (proletaryanın rehber partisinin) erkekler yerine kadınların denetiminde olması anlamında. Böyle düşünmek yalnızca kadınlar tarafından verilen özgürleşme mücadelesinin geçmişteki hatalarını tekrar etmesine yol açabilir: Bu mücadele, daha önce erkeklere mahsus olan mesleklerde kadınların da yer almalarını, kadınların parlamentoya girmelerini ve oy kullanmalarını sağladı; ama özgürleşme ve feminist devrim yolunda onları bir santim ileriye taşımadı. Sadece bu da değil. Asırlar boyu kapatıldıkları "harem"le daha en baştan sakatlanan kadınlar, kendilerini "ayrıcalıklı" erkek öznelerle eşit hale getirmek için insanüstü çabalar sarf etmek zorunda kaldılar, ve bu çabaların tek sonucu kapitalist servetin üretimine katkıda bulunmak oldu.

Bütün bunlara, mücadelelerin ilerici bir biçimde evrildiği söylemiyle, sömürülen kitlelerin olgunlaşması söylemiyle vs. karşı çıkılabilir; ama bu, temeldeki problemi değiştirmez: Feminist devrim, otoriter bir model üzerine inşa edilemez, niteliksel açıdan farklı bir yolda ilerlemelidir; erkek iktidarının merkezlerine, onları başka bir (kadın) merkezle ikame etmek için değil, topyekün ortadan kaldırmak için saldırmalıdır. Bu perspektife göre, bizce feminist devrim ile anarşist devrim çakışmalıdır.

Gelgelelim, nihai hedef, kadınları (ve anarşistleri) kısmî yapıyla iştigal etmekten, bu yapıyı doğru bir şekilde analiz edip ona devrimci biçimde müdahale etmekten muaf tutamaz.

İlk önce, nicelik yanılsamasından kurtulmak gerekir. Aslında şunu sormalı: Goldman'ın Kropotkin ya da Most'la arasındaki karşıtlıklar nelerdi ve bugün kadın ve erkek yoldaşlar arasındaki anlaşmazlıklar neler? Tam da şu: İki tarafın da, kendilerini, müdahale kapasitelerini, parti şemasına göre, militan sayısı çerçevesinde ölçmeleri. ABD'deki Almanca konuşan anarşist hareket temelde Most'un elindeydi. Biliyordu ki Alman yoldaşlarının çoğu, hem dinsel kökenlerinden ötürü, hem de kadınları cinsiyete dayanarak değerlendirmekten kaçınmakta zorlanan erkekler için doğal olan ikilikten ötürü, kadın yoldaşların (ne de olsa sonuçta kadındılar) bazı tartışmalara dahil olmalarından hoşlanmıyorlardı (saygınlık ikiyüzlülüğünün kalıntısı olarak). Most'un Goldman'la arasındaki anlaşmazlıkların, Goldman'ın hareketin "itibarını zedeleyeceği", yani üye sayısını azaltabileceği yönündeki kaygılarının sebebi buydu.

Her kim nicelik mantığıyla hareket ediyorsa, devrimci bir perspektifte, ama yetersiz araçlarla mücadele ediyordur. Her kim, sürekli ölçüp sayıyorsa, sorgulamaya hazır olmadığı nesnel bir yaklaşım terazisini sabitlemekle son bulur. Onun referans noktası, belirli bir zamanda sahip olduğu fikirleriyle, genel olarak ezilenlerin hareketidir. Şimdi, kadın sorunu söz konusu olana kadar, bir bütün olarak ezilenler hareketinin konu üzerine (seks objesi, evdeki melek olarak, en fazla işteki arkadaşımız olarak kadın) tamamen karşıt düşüncelerinin olduğuna şüphe yoktur. Sonuç olarak, niceliksel mantığa girmeye karar verenler, bu fikirlere siyasi propaganda ve eylemle tesir etmeyi üstlenirler, ancak, aynı zamanda bunun üzerinde kontrolü sürdüremez, böylece (kadın) yoldaşa 'saflara yeniden katılmayı' önermekte başarısız olamazlar. Anarşistler bu açıdan Marksistlerden farksızdırlar. Niceliksel mantığa (hareket inşaa etmek) giren kadın yoldaşlar bile başka türlü eyleyemezler (eğer gerçekten bir şey inşaa etmek istiyorlarsa).

Dolayısıyla, bize öyle görünüyor ki, feminist hareket, erkek yoldaşların şovenistik hastalıklarını reddetmek için hatırı sayılır bir çaba harcamakta son derece haklıdır. Ayrıca, 'benim için yer aç' çelişkisine düşmekten kaçınmak için hareketin hedeflerini ve her halükarda yapılarını analiz etmeyi amaçlamalıdır.

İkinci olarak, soru-nun başka bir tarafı var. Eğer feminist devrim ister istemez anarşist olacaksa, o zaman bundan çıkan sonuç, müdahale yöntemlerinin de, aynı olmasa bile, ister istemez benzer olacağıdır. Ve anarşistler kendilerini kitle ile ilgili nasıl görüyorlar? Ve kadınlar aynı problemle ilgili kendilerini nasıl görüyorlar?

Anarşistler kendilerini hakikat sahipleri, rehberler, ya da devrimci hafıza olarak sunmazlar. Hatta, kendilerini "kitlelerin önüne" de yerleştirmezler, onlar kitlenin parçasıdırlar. Kendi örgütlenmelerine önem verdiklerinde, bunu devrimci durumu daha da 'derinleştirmek' için yapıyorlar çünkü devrime kademeli olarak yaklaşmaya zorlanmaktadırlar ve iktidara karşı mücadele için stratejik bir gereksinimleri vardır. Niceliksel kelime oyunlarına kanmamak zorundadırlar. Özgürleştirici-devrimci olayları belirleyecek büyük anarşist hareketler değildir. Devrimci olayı belirleyen muazzam sayıda koşullardır, anarşistler bu bileşenlerden sadece birisidir, çıkarcı bir azınlık tarafından bir kenara itilebilecek ve katledilebilecek, kendisini özgürleştirici eylemlere şimdiden yöneltenlerden birisi.

Aynısı kadınlar için de söylenebilir. Eğer kendilerini kadınlar olarak kitlelerin önüne yalnız yerleştirirlerse, aynı kitle içindeki farkı cinsiyetten iki grup arasında ayrım yapmaları kaçınılmaz olur. Bu şekilde, "tüm kadınlar", ortaya çıkmayı bekleyen devrimci bir potansiyele sahip olurlar. Benzer şekilde, tüm işçiler, polisler, hâkimler, politikacılar, mafya üyeleri bile, bu varsayımsal devrimci potansiyelin parçası olurlar. Tabii ki, nicelik mantığıyla yola çıkıldığında bu çözüm çok elverişlidir, kadının kendisini güçlü hissetmesini sağlar, onu "büyük kızkardeşler kitlesinin" bir parçası haline getirir, ama kesinlikle özgürleşmeye taşımaz.

Diğer taraftan, eğer kadın kendisini otorite karşıtı bir devrimci olarak görürse; diğer cinsiyeti, belki de kendisinin şimdiye kadar hiç ezilmediği kadar ezmek için herhangi bir şeyi devralma perspektifinden feragat eder, ancak feminist matristen başlayarak kadın sorununu başa koyan motivasyonların ve temaların değerini saptayabilecek olan örgütsel yapılara katılarak kurtarıcı ve devrimci durumlara katılımını etkiler. Sonrasında cinsel farklılıklara dayanan tüm bölünmelerin yokedilmesi ve kesin özgürleşme gününe kadar, artık dünyayı iki büyük dilime bölme sorunu olmayacaktır, ancak bu bölünmeyi her zaman daha fazla ifşa ederek, onu kızdırarak, kapitalist sömürü tarafından bölündüğünü göstermek sorun olacaktır.

Bunu bir tarafa yazdıktan sonra, şunu ifade etmek gerekiyor: Kadınların, "devrimci harekete" "arınmış" vaziyette girmek için, uğradıkları çifte sömürünün bilincine vardıkça, içlerinde patlayan şiddet enerjisini "yumuşatmaları" gerektiğini söylemek istemiyoruz. Ne yazık ki, devrim için mücadele eden, özgürleşme doğrultusunda çaba sarf eden yoldaşlar arasında bile, kesin olarak bu nedenle erkek yoldaşların yanında 'eşit haklarla birlikte' mücadele etmemektedirler. Ne yazık ki, devrim için mücadele eden, özgürleşme doğrultusunda çaba sarf eden yoldaşlar arasında bile, kökünden kolaylıkla söküp atılamamış önyargı ve üçüncü şahıslara yönelik ayrımcılık kalıntıları vardır ve kesinlikle "özgürleşmemişlerdir". Kadın tüm bunları hisseder ve kendi mücadelesini kabul eder. Ancak bu durum kadını tam bir sömürü gettosunda (sosyal ayrımcılık gettosunda) sınırlayan kapitalist sömürünün bir sonucudur. Kadına cinsel bir obje olarak değer verilir. Ne yaparsa yapsın, hangi aktiviteyi yerine getirirse getirsin, kendisini hangi alana kanalize ederse etsin, cinsiyeti veya erkeklerin onunla ilgili düşündüğü cinsiyeti, kendisinden önce gelir. Bu, kadını yaralamakta başarısız olamaz ve onu feminist devrime ulaşmak isteyen, ancak hepsinden önce kendi engellerini yıkmak zorunda olduğu bilincine götürür. Ancak engeli yıkmak diğer engelleri eşzamanlı yıkımı olmadan gerçekleşemez. Kadın, varolan sınıflara bölündüğünden beri bir cinsel obje olarak düşünülmeye her zaman devam edecektir, çünkü bir objeye indirgenerek, diğer tehlikeli azınlıklarla (tutsaklar, yabancılaşmışlar vs.) birlikte kabul edildiği aynı kriminalleştirme süreciyle beraber gettoya kapatılmıştır.

O muhteşem devrimci şiddet enerjisi kadının gettoya kapatılmışlık hissinin bilincine varmasından doğar. Benzersiz bir süreçle değil, tutsaklar bugün kendi durumlarının bilincine gettolaşmış olarak ulaşmaktadırlar ve çok daha zorlukları içeren ayaklanmalarda patlamaktadırlar. Ayrıca burada kolaylıkla önlenemeyen tehlikelerle karşı karşıya geliyoruz. Birisi sadece 'tutsak' vurgusu yapma riskini alır çünkü tutsak dört duvar arasına kapatılmış bir insandır. Bu, bize öyle görünüyor ki, kesin olarak hareketin kendisini somutlaştırdığı ve bunu eğilim olarak (total bir kurum, bir bina olarak hapishane durumunda; erkek (ezen) ve kadın (ezilen) iki dünya arasında ayırt edici bir özellik olarak kadın cinsiyeti durumunda) en çıplak gözle görülebilir araçlarla yaptığı hareketin gelişiminin ilk anıdır.

Ama şu da var ki: hareket büyüyor. En mevcut özelliğiyle tanınabilir olduğu çocukluk dönemini terk etmekte ve kendi devrimci sürekliliğini geliştirmektedir. Bu şekilde tutsaklar mevcut hapishaneye karşı mücadelenin şayet kendisini diğer mevcut hapishane biçimi olan sömürü toplumuna bağlarsa çıkışlar bulabileceğinin, ve sonradan gelenin kararlılığının her zaman ve sürekli olarak önceden gelenin yıkımını önlediğinin farkındadırlar. Ve bir sınıf analizi geliştirmenin farkında olarak, onlar düşmanlarını bireyleştirmekte ve onları müttefiklerinden ayırmaktadırlar. Onlar devrimci bir azınlığı organize etmekte ve onlara ulaşmak için amaç ve araçlar seçmektedirler. Ancak o zaman iktidar için gerçekten tehlikeli olurlar ve ancak o zaman baskı acımasız hale gelir, çünkü artık onları azaltılmış cezalar, kefalet, af ve hapishane reformu gibi
tuzaklara, küçük bir gettodan büyük olanına geçmek anlamına gelen iktidarın dönüşümlerine düşürmek mümkün değildir.

Ve feminist hareket de büyüyor, tüm çabalarının başlangıca yöneldiği cinsiyet temeli üzerinde kendi ayrıştırıcılığını bir kenara bırakarak. Diğer cinsiyete karşı mücadelenin; erkeğin sömürüyü sürdürmek için yarattığı mekanizmalara karşı, patronu savunan kuruma karşı ve patrona karşı mücadele içerisine yerleştirildiğinde sadece anlamı olabilir. Bu daha geniş perspektifte, feminist mücadele ayrıca herkesi, (ayrıcalıklılar için) ikincil olarak görülen bir sorunun farkına varması için zorlayarak önemli hale gelmiştir. Sadece bu bağlantı kurulduğunda feminist hareket iktidara tüm tehlikeliliğini gösterecektir; ve bu nedenle, o safhada sadece "kadına" özel değil, tüm ezilenlere yönelik çağrı geliştirecektir: Topyekün bir devrimci arzu, sadece sömürünün en kötüsünün elinden geçmiş olanlar olarak. Ve kadınların öfkesine karşı, iktidar için boyun eğdirici bir çözüm bulmak kolay olmayacaktır.