26 Şubat 2011 Cumartesi

MANİFESTO



LETTRİST ENTERNASYONAL

lettrist provokasyon daima zaman geçirmeye hizmet eder. devrimci düşünce başka hiçbir yerde değildir. gevelemelerimizi yasak bölge olan edebiyatın Ötesi’ne dek götürüyoruz. elimizde daha iyi bir yöntem olmadığı için kendimizi ifşa etmek üzere manifesto yazıyoruz. özgür iradeyle yaşanan bir hayat çok güzel bir şey. fakat arzularımız geçici ve aldatıcıydı. gençliğin sistematik olduğu söyleniyor. zayıflar kendilerini düz bir çizgi üzerinde yeniden üretir. bizim birbirimizi bulmamız şans eseri ve bizim bu şans eseri meydana gelmiş beraberliğimiz sözcüklerin kırılgan karşı koyuşunun ardında kayıp, dünya sanki hiçbir şey olmamış gibi dönmeye devam ediyor. kısacası, insanlığın durumu bize zevk vermez oldu artık.

GENEL GREV


LETTRİST ENTERNASYONAL

benimle öbür insanlar arasında hiçbir bağ yok. dünya 24 aralık 1934'te başladı.on sekiz yaşındayım, nihayet tanrının yerini ıslahevleri ve sadizm aldı. insanın güzelliği yakıcılığında gizlidir. ben rüya gören kişiyi seven bir rüyayım. gerekçe talep eden her edim korkakça bir edimdir. hiçbir şey yapmadım. sürekli istediğimiz hiçlik, hayatımızdan başka bir şey değildir. descartes bir bahçıvan ne kadar kıymetliyse o kadar kıymetlidir. sadece tek bir hamle mümkündür: benim veba olmam ve hıyarcıkları ödüllendirmem. insanı unutuşa götüren bütün araçlar iyidir: intihar, ölümcül acı, uyuşturucu, alkolizm, delilik. fakat biz aynı zamanda konformistleri, hâlâ bakire olan on beş yaşın üzerindeki kızları, nam salmış terbiyelileri ve onların hapishanelerini fethetmeliyiz. içimizden birileri her şeyi riske atmaya hazırsa, bu bizim riske atılacak ve kaybedilecek hiçbir şey olmadığını artık biliyor olmamızdandır. sevmek ya da sevmemek, o adam ya da bu kadın, hepsi bir.

21 Şubat 2011 Pazartesi

DÖNÜŞ YOK!




GÖK

Sıradan yaşamların içinde sıradışı sonuçlara yol açacak basit tesadüfler... 2000’li yılların dinamiklerini içeren yeni tip varoluşçu edebiyat... Post-modern dokuma üslubuyla romanlarını katmanlar hâlinde inşa etme yeteneği... Gerçeküstü ayrıntılar vasıtasıyla olayların akışını, romanlarının bütünsel kurgusunu zedelemeden ustaca birbirine eklemleyebilme becerisi... New York’a, özellikle Brooklyn semtine yönelik tutku derecesinde bağlılık...

Bu kısa tanımlamalar, Paul Auster romanlarını tarif ederken kullanmak zorunda kalınan olmazsa olmaz kalıplardan yalnızca birkaç tanesi. ABD’nin en Avrupai yazarı olarak edebiyat dünyasında ayrıcalıklı bir yer tutan Auster, gündelik hayatın en basit görünen ritüellerinden bile derin mevzular çıkartabilmesiyle göz kamaştırır. Çağdaş edebiyatın en saygın isimlerinden biri olduğu kadar üretkenliğiyle de ayrıcalıklı bir konumdadır Auster. Birbiri ardına eklenen roman ve öyküleriyle okurlarını kendine hasret bırakmaz. Kısa bir süre önce yayımlanan yeni romanı “Sunset Park”ta da, yine kendisiyle özdeşleşmiş izleklerin peşinden gidiyor, yaralı ve parçalanmış ruhların dünyasına kapılar açıyor.

Her eserinde hayranı olduğu şiir, roman vb. eserlere satıraltlarına yedirdiği onlarca göndermeyle selam yollamayı alışkanlık hâline getirmiş olan Auster, “Sunset Park”ta bu konuda sanki biraz ifrat noktasına kaçıyor ve kitabın tamamı, farklı disiplin ve tekniklerden üç eserin referanslarıyla dallanıp budaklanıyor. “Sunset Park”ta kadim “Odysseus” destanından günümüze taşınan ‘uzak seferlerden yuvaya dönen savaşçı’ teması, II. Dünya Savaşı’ndan evlerine dönen Amerikalı askerlerin uyum sağlama çabalarını anlatan Hollywood klasiklerinden “Hayatımızın En Güzel Günleri”yle rezonansa sokuluyor ve üzerine bir tutam da Samuel Beckett’in “Mutlu Günler” adlı oyununun absürd çarpıcılığı ekleniyor. Bu üç eser, “Sunset Park”ın olay örgüsünün ve karakterlerinin attığı adımların arka planını anlamlandırabilmek için temel önemdeler. Zaten, okuyucunun bunu anlamaması, Auster’ın kör gözüm parmağıma vurgularla defalarca söz konusu göndermelerin altını çizmesi, romanın düğümlerinin hep bu eserlerin güzergâhına paslar atılarak çözülmesi nedeniyle pek mümkün değil.

“Sunset Park”ın esas kahramanı, yani yalnızlığın ve edindiği ruhani yaraların ona kazandırdığı olgunluk payesiyle eve dönüş yapan öznesi Miles Heller. Miles, New York’un üst sınıf standartlarında yaşayan kültürlü bir aileye sahip bir genç delikanlı. Babası prestijli bir yayınevinin sahibi ve yönetmeni, üvey annesi ise üniversitede ders veren önemli bir hoca. Miles daha çok küçükken oyunculuk kariyeri uğruna onları terk etmiş annesi de dönemin en meşhur sinema ve tiyatro oyuncularından biri. Miles da bu şartlar dahilinde iyi yetiştirilmiş, zeki, kültürlü bir genç; edebiyata olduğu kadar beyzbola da yatkın bir yapısı var.

Romanın başında Miles’la evinden çok uzakta, Miami’de tanışıyoruz. O sıralar 28 yaşında olan Miles, gönüllü olarak sürgünü seçmiş ve yedi yıldır ailesi ve tüm tanıdıklarıyla ilişkisini kesmiş durumda. New York’la, ailesiyle ve üniversite öğrenimiyle bağlarını kesmesine sebep olan olayı sayfalar sonra Miles’ın anlatımından öğreniyoruz. Miles, üvey erkek kardeşinin öldüğü kazada ciddi bir sorumluluğunun olduğunu düşünüyor ve bu suçluluk duygusu onu yıllarca içten içe yiyip bitirmiş. Basit bir ergen itiş kakışının ölümcül bir sonla noktalanması bütün ailenin yaşamını alt üst etmiş aslında. O kazadan sonra evdeki hiçbir şey aynı olmamış Miles için. Alkole vurup kendini dağıtma çabası da bir işe yaramayınca evden ayrılmaya karar vermiş ve yedi sene boyunca hiç kimseye haber vermeden oradan oraya sürüklenip durmuş. Aşçılık, temizlikçilik gibi geçici ve sıradan işlerde çalışıp kıt kanaat kendini geçindirmiş bu süre zarfında.

Şimdi de Miami’de terk edilmiş evlerin içini temizlemekle iştigal ederken bir yandan da takıntılı biçimde bu evlerdeki kırık dökük eşyaların fotoğraflarını çekiyor. (Auster’ın, Miles’ın bu fotoğraf tutkusunu, önceki romanlarında bu tip faaliyetlere biçilen anlamlardan alışık olduğumuz gibi, gizemli biçimde kitabın gidişatında anlamlı bir yere oturtacağını düşünüyoruz ama bu beklentimiz boşa çıkıyor, fotoğraf çekmek bazen sadece fotoğraf çekmekten başka bir anlam taşımıyormuş deyip yerimizde kalakalıyoruz. Ama o zaman bu mevzu üzerine onca ayrıntı sıralamanın, okuyucunun beyninin gıdıklamanın ne lüzumu vardı Paul Auster demek istiyoruz tabii ki!) Bu esnada 17 yaşındaki Kübalı bir genç kıza sırılsıklam âşık oluyor Miles. Pilar adındaki bu kız son derece zeki ve öğrenmeye açık biri. Miles, alt sınıftan ablalarıyla birlikte yaşam mücadelesi veren liseli genç kıza sevdiği romanlardan, şiirlerden pasajlar okumaktan tutun, akademik kariyeri için atması gereken adımlara değin her konuda destek oluyor. İlişkileri hızla gelişen genç çiftin önündeki yegâne problem olarak, Pilar’ın yasal olarak yetişkin sayılacağı 18. yaşgününün bir an önce gelmesini beklemek kalıyor. Tam bu aşamada Pilar’ın açgözlü ablasının Miles’a şantaj yapması neticesinde, Miles Miami’den ayrılmak zorunda kalıyor.

Miles, ailesini terk edip yollara düştükten sonra bile mektuplar vasıtasıyla ilişkisini kesmediği eski arkadaşı Bing’in çağrısına uyup tekrar New York’a dönüyor. Bing, New York’un dış semtlerinden birindeki eski bir evi işgal etmeyi kafasına koymuş ve bu planına iki kız arkadaşını ikna etmiş. Şehir mezarlığı manzaralı Sunset Park’taki eve yerleşen kafadarları bir araya getiren saik, kira ödemeden başını sokacak bir yuvaya sahip olmak gibi görünse de, aslında hepsinin hayatında farklı farklı travmalar, dertler mevcut ve bu dertlere göğüs gererken alternatif bir ailenin sıcaklığına sahip olmak hepsine iyi hissettiriyor. Bing, Alice ve Ellen’dan mürekkep işgal evi kadrosuna Miles da Miami’den dahil oluyor böylece. Miles, bir yandan Pilar’la birleşmelerinin önündeki birkaç aylık sorunlu dönemi sessiz sakin atlatmayı arzulamakta, hem de yedi seneyi aşan gönüllü sürgününe son verip ailesiyle iletişime geçmeyi planlamakta.

Kitabın bu bölümüne kadar Miles’ın üstlendiği anlatıcı rolüne yeni anlatıcılar katılır ve biz Sunset Park tayfasını kendi cümlelerinden tanımaya başlarız. Miles’ın lise yıllarından arkadaşı Bing, temiz kalpli, geveze, samimi biri, geçerli yaşam biçimlerine uyum sağlayamayan bir karakter. Miles’a özel bir yakınlık duyuyor ve yıllarca aldığı mektupları, oğullarının sağlığından endişe etmemeleri için onun ailesiyle paylaşmış. Dolayısıyla Miles’ın ailesi Bing’e şükran duyuyor. Bing, avangard bir caz grubunda davul çalıyor ve bundan arta kalan zamanlarında da “Kırık Eşyalar Hastanesi” adını verdiği küçük bir dükkân işletiyor. Alice, tezini bitirme motivasyonuyla harıl harıl çalışan bir doktora öğrencisi. Sıkıcı, bencil bir sevgilisi var ve yarı zamanlı olarak PEN’de çalışıyor. Birkaç kilo fazlası nedeniyle bedeniyle ilgili sıkıntıları mevcut. Ellen ise bu üçlü arasındaki en sorunlu kişi; ressam olma hayalleri kuran, ama bir türlü kendi resim stilini geliştirmeye muktedir olamayan, yalnızlığını bir pranga misali boynuna geçirmiş, kendi kendini bastırmaktan posası çıkmaya yüz tutmuş sessiz bir genç kadın. Hiç sevmediği hâlde, para kazanmak için emlakçılık yapıyor, geçmişinden taşıdığı birtakım travmaları geride bırakıp yaşamının rotasını çizemiyor. Bu nedenle, Bing ve Alice, kendilerini Ellen’a ekstra şefkatli davranmakla yükümlü sayıyorlar.

Miles’ın da eklendiği bu ekip, bir nevi toplumun dışladığı, çeşitli kodlarla kategorize ettiği incinmiş kişilerden oluşuyor. Her birinin kültürel sermayesi yerli yerinde olmasına rağmen, mevcut kırgınlıkları üzerinden farklı bir kaybedenler toplamına denk düşüyorlar, ya da öyle görülmelerini arzu ediyor yazar Paul Auster. Bing’i kenarda tutarsak, diğer tüm karakterlerin orta sınıf oluşu, hatta Miles’ın kaymak tabakaya mensubiyeti, bu kaybetme esprisinin derinliğini azaltıyor maalesef. “Sunset Park”ın hikâyesi boyunca küresel ekonomik krizin insan yaşamlarına etkilerini de alttan alta hissettirmeye çalışmış Auster, ama bunu da esas olarak New York entelektüel elitlerinden yayıncı Morris Heller üzerinden yapması ne kadar uygun kaçmış, orası tartışılır doğrusu.

Her Auster romanı gibi, “Sunset Park”ın anlatıcıları da sayıca bir hayli kalabalık. Yukarıda saydığımız işgal evi ekibine ilave olarak, Miles’ın babası Morris ve annesi Mary-Lee de roman boyunca anlatıcılık görevini üstleniyorlar. (Bu vesileyle Morris’in anlatıcı olduğu bölümlerin kitabın anlam dünyasının, düğüm noktalarının en iyi serimlendiği bölümler olduğunu da belirtelim.)

Çağdaş bir eve dönüş öyküsü barındırıyor “Sunset Park”. Miles’ı odağına alarak, pişmanlıklarla dolu bir geçmişin izlerini tümden silip her şeye yeniden başlama şansının olup olmadığını irdeliyor incelikli biçimde. Tabii, kitabın ta başından beri biliyoruz ki, yeni ve güzel bir başlangıç denen şeye gerçek hayatta yer yok. İyi niyetli kurgularla dönülen her dönemecin ardında, yeni sorunlar eskilerini daha da içinden çıkılmaz hâle getirmek için pusuda beklemekte. Auster, Camus’ye has müstehzi bir siniklikle varoluşun saçmalığını bir kez daha hatırlatıyor “Sunset Park”ta. Geleceğe, güzel günler umuduna değil şimdiye, şu ana dair inanç beslemenin önemine işaret ederken, dayanışmanın, ayakta kalmak için birbirinden destek almanın önemine de değiniyor.

21. yüzyıla özgü sıkıntıların birer ikişer görünürlük kazandığı romanda, “Hayatımızın En Güzel Yılları” filminde olduğu gibi, “yaralı kahramanları” bekleyen cennetsi bir ülke mevcut değil. Tabii, Paul Auster bu atmosferi “Leviathan”, “Yanılsamalar Kitabı” gibi başyapıtlarındaki incelikli imalarla okuyucusuna hissettirse, üst üste vurgularla, altı kalın kalın çizilen referanslarla didaktik bir üslubu benimsemeseydi keşke. “Sunset Park”, üstattan beklemeyeceğimiz ölçüde yalın, öğretici ve düz bir anlatıma sahip. Öyle ki, karmaşık olay örgülerini garip tesadüfler ve gerçeküstü öğelerle birbirine bağlamaktaki yeteneğini yıllardır okuyucularına kanıtlamış Paul Auster, “Sunset Park”ın finalinde ciddi bir hayal kırıklığı yaşatıyor. Sayfalar boyu anlatılan ayrı ayrı öykülerin belli bir anlam bütünlüğü içinde, özel bir sihirle ilmek ilmek birbirine örüleceğini uman Auster okurları, “Sunset Park”ta alelacele kotarılmış, boşluklarla dolu bir finalle karşı karşıya kalıyorlar. Tamam, ayrıntılı analizlerle final bölümü kurgulamak Auster’ın alamet-i farikalarından biri değildir ama “Sunset Park”ta rahatsız edici olan, yazarın tarzından kaynaklanan bir kesme değil sanki, daha çok hikâyelerin tümünün haddinden fazla savrulması, bu savruluş esnasında da can alıcı, etkileyici içsel ritimlerini kaybetmiş olmaları.

Velhasıl “Sunset Park”, bir çırpıda okunan ortalamanın üstünde bir roman. Ama standartları Auster’a göre belirlediğimizde, “Sunset Park”ın hikâyesinin ve karakterlerinin fevkâlade zayıf ve yetersiz kaldığını, romanın bütün olarak onun alıştığımız edebi derinliğine pek yanaşamayan bir çalışmaya denk düştüğünü de eklemeliyiz.

13 Şubat 2011 Pazar

YAMYAM MANİFESTOSU


Francis Picabia

Hepiniz sanık sandalyesindesiniz: Ayağa kalkın! Sizinle ancak ayakta durduğunuz zaman konuşulabilir.

Marseillaise’i, Rus ulusal marşını ya da God Save the King’i dinliyormuş gibi ayağa kalkın.

Karşınızda bayrak varmış gibi kalkın.

Ya da yaşam anlamına gelen ve sizi hep pahalı olan ne varsa sırf snobluk olsun diye sevmekle suçlayan DADA’nın karşısındaymış gibi ayağa kalkın.

Hepiniz tekrar oturdunuz ha? Daha iyi, o zaman beni daha dikkatle dinleyeceksiniz.
Ne yapıyorsunuz burada, ciddi kabuklu hayvanlar gibi sıkış tıkış bir halde – ciddisiniz değil mi?

Ciddi, ciddi, ölümüne ciddi. Ölüm ciddi bir meseledir di mi?

Ya kahraman ya da gerzek olarak ölünür, ikisi de aynı şey. Gündelik bir değerden daha fazla değeri olan tek sözcük ölüm sözcüğüdür. Ölümü seversiniz siz – başkalarının ölümünü.

Öldürün! Gebertin! Zıbartın!

Ölmeyen tek şey paradır, biraz uzaklaşır o kadar!

Ona saygı duyulur, o ciddi bir şahsiyettir.

Tanrı odur! Para, tüm aileler onun önünde diz çökerler.

Yaşasın para! – Çok yaşasın! Parası olan adam, saygıdeğer bir adamdır.

Saygınlık alınıp satılabilir – göt gibi. Göt, yaşamı kızarmış patates gibi temsil ediyor ve hepiniz bu ciddiyetinizle tezek gibi kokuyorsunuz.

DADA’ya gelince, o kokmaz; o bir anlam taşımaz, hiçbir anlam taşımaz.

DADA sizin umutlarınız gibidir: hiç.
cennetiniz gibidir: hiç.

putlarınız gibidir: hiç.

siyasal önderleriniz gibidir: hiç.
kahramanlarınız gibidir: hiç.

dinleriniz gibidir: hiç.

Islık çalın, haykırın, dişlerimi kırın – ya sonra?

Aptal öküzler gibi olduğunuzu her zaman söyleyeceğim, ben ve arkadaşlarım üç ay içinde birkaç franka size resimlerimizi satacağız.


Çeviren: Mustafa Tüzel

2 Şubat 2011 Çarşamba

NİHİLİZMİN ÖZÜ


GIORGIO AGAMBEN

"Nihilizmin özünü oluşturan “değerlerin değersizleştirilmesi” Nietzsche için birbirine karşıt iki anlam taşır. Bir tarafta, “tinin gücünün artmasına” ve yaşamsal gücün zenginleşmesine karşılık gelen nihilizm vardır, Nietzsche buna “aktif nihilizm” der. Diğer tarafta ise, “çöküşün” ve yaşamın yoksullaşmasının göstergesi olan nihilizm vardır, buna da “pasif nihilizm” der. Birbirine karşıt bu iki anlama, sanatta da benzer bir karşıtlık tekabül eder: Yaşam bolluğundan doğan bir sanat ve hayattan öç almak için yanıp tutuşan bir sanat. “Nietzsche Wagner’e Karşı”da şöyle der:

“Estetik değerler söz konusu olduğunda, şöyle bir temel ayrıma başvuruyorum: Her örnekte kendime şunu soruyorum: ‘burada yaratıcı olan, açlık mı, bolluk mu?’ İlk bakışta, başka bir soru daha makul görünebilir: Yaratıcılığı harekete geçiren, sabitleme, ölümsüzleştirme, olma arzusu mudur, yoksa yıkma, değiştirme, gelecek, oluş arzusu mu? Fakat bu iki arzu türünün de, yakından incelendiklerinde, muğlak oldukları görülür. Yıkma, değiştirme ve oluş arzusu, içinde geleceği taşıyan taşkın bir enerjinin ifadesi olabilir (ben buna “Dionysosçu” arzu diyorum). Ama var olan her şey, bütün varoluş, onları öfkeden kudurttuğu ve tahrik ettiği için yıkan, yıkmaktan başka çaresi olmayan reddedilmişlerin ve mahrum kalmışların nefretinin ifadesi de olabilir. Bu duyguyu anlamak için anarşistlerimize yakından bakmanız yeterli. Ölümsüzleştirme arzusunu da iki türlü yorumlayabiliriz. Yüce gönüllülük ve sevgiyle harekete geçmiş bir arzu olabilir. Ama aynı zamanda, derin ıstırap çekenin, sürekli azap ve eza içinde kıvrananın, ıstırabının sadece ona özgü olan yanını yasa haline getirmek isteyenin zorbaca istenci de olabilir: Bu kişi, dokunduğu her şeyin üzerine kendi imgesini, ıstırabının imgesini nakşederek öcünü alır. Bu, en uç haliyle romantik kötümserliktir – ister Schopenhauer’in istenç felsefesi olun, isterse Wagner’in müziği, romantik kötümserlik kültürümüzün kaderindeki son büyük olaydır. Gelgelelim, bambaşka bir kötümserlik türü daha vardır ki ben ona geleceğin kötümserliği diyorum. Çünkü görüyorum, yaklaşıyor! Dionysosçu kötümserlik!”

(The Man Without Content)

GÜNDELİK HAYAT BİR SANAT ESERİ OLSUN



HENRI LEFEBVRE

"Sanatın ve sanatın anlamının diriltilmesinin “kültürel” değil, pratik bir amacı vardır; hatta, bizim kültürel devrimimizin hiçbir saf “kültürel” amacı yoktur, kültürü deneyime doğru, gündelik hayatın yeniden şekillendirilmesine doğru yönlendirir. Devrim, varoluşu dönüştürecektir, sadece devleti ve mülkiyeti değil; çünkü biz, amaçlarla araçları birbirine karıştırmıyoruz. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: “Gündelik hayat bir sanat eseri olsun! Bütün teknik araçlar gündelik hayatı dönüştürme işine koşulsun!”

(Everyday Life in the Modern World)