22 Kasım 2010 Pazartesi

ALFREDO BONANNO ÖZGÜR!!!




Yunanistan'da 'silahlı banka soygunu' suçlamasıyla esir tutulan Alfredo M. Bonanno, yapılan duruşmada dört yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bugüne kadar hapis yattığı süre ve yaşının 70'in üzerinde olması gerekçe gösterilerek yarın (yani salı günü) serbest kalmasına karar verdi mahkeme.

Aynı suçlamadan yargılanan ve eylemi üstlenen Christos Stratigopoulos ise 8 yıl 9 ay hapse mahkûm edildi. Yunanistan devletinin yasalarına göre 2 yıl sonra, o da serbest bırakılacak.

Kısacası, Bonanno'nun tutsaklığı süresince eylemli dayanışmayı eksik etmeyen yeryüzünün tüm İsyankâr Anarşistlerinin gözü aydın!

12 Kasım 2010 Cuma

Manifesto, Avangard Sanat ve Eleştirel Düşünce

ALİ ARTUN



Manifestolar öyle bir ânı ifade eder ki, artık sabretmenin, uzlaşmanın, müzakerenin anlamı yoktur. Tarih o an kırılmalıdır. Zaman eylem zamanıdır, devrim zamanıdır, yıkım zamanıdır. İşte o zaman, şiddet yalnızca kaçınılmaz değil, kutsaldır, yücedir. Örneğin Fütürist Kadınlar Manifestosu dişilliğin zalimliğine seslenir (1912): “Kadınlar! Yeter artık bu namus baskısı, bu önyargılar! Yüce içgüdünüze dönün; şiddete ve zalimliğe dönün!” Breton da “İkinci Sürrealizm Manifestosu”nda şiddeti yüceleştirir (süblimleştirir): “En basit sürrealist hareket, tabanca elde sokağa fırlayarak, tetiği en hızlı çekebileceğiniz şekilde, körlemesine kalabalığa ateş etmektir. Hayatında bir kere olsun, bu aşağılık ve zavallı düzene böylece son vermeyi düşlememiş birinin hak ettiği yer, bu kalabalıktır.” “Sürrealizmin Politik Pozisyonu” başlıklı manifestosunda da Breton şiddet üzerinde durur ve şiddetin sanatın enerjisi olduğunu açıklar: “...yeni toplumun eşiğinde muazzam bir hazne keşfedilecektir. Bu hazne, tamamen silahlı olan sembollerin içinden fırlayarak kolektif hayatı işgal edeceği haznedir... Sorun, bilinçaltını şiddet fışkırtmaktan alıkoymak isteyen güçler koalisyonunun ilelebet ezilmesidir. Burjuva toplumu gibi, her yönden tehdit edilmekte olduğunu hisseden bir toplum, haklı olarak, böyle bir fışkırmanın onun ölümü olabileceğini düşünür.” Gerek Breton’un manifestolarında, gerekse sürrealizmden etkilenen diğer birçok avangard bildiride gördüğümüz, devrimciliği, yıkıcılığı ve şiddeti yaratıcı ve sanatsal bir eylem olarak kutsayan bu yaklaşımın anarşist gelenekle bağları ortadadır. Breton, “sürrealizmin kendini ilk kez anarşizmin kara aynasında tanıdığını” söyler.

http://www.aliartun.com/content/detail/50

4 Kasım 2010 Perşembe

RAF neden hâlâ örnek alınması gereken bir deneyimdir?



UYUMSUZLAR FRAKSİYONU



- Başkaldıran, mücadeleye cüret eden herkesin isyancı özne sıfatına layık olduğunu savunduklarından.

- RAF’ın kurucu kadrolarının, özellikle Andreas Baader ve Gudrun Ensslin’in temsil ettiği eğilimin, Batı metropollerinin kalıplaşmış, geleneksel muhalefet oyununu tersyüz etmeyi başarmış olmasından.

- Söylemde ve teoride ne kadar radikal ifadeler kullanılırsa kullanılsın, yaşamın bireysel/toplumsal akışı içinde konformizmden, popülist oportünizmden sıyrılamayanlarla yollarını salt ideolojik argümanlarla değil, ontolojik açıdan da ayırmaya cüret ettikleri için.

- Sistemin tüm değerlerine cepheden karşı çıkmayı hedefleyen bir kolektifin, en elverişsiz addedilen koşullarda bile kendi kapasitesini zorlayarak yasaların, kuralların güdümünden çıkmasının gerekliliğini uzlaşmaz biçimde benimsediklerinden ve bu süreci somut adımlarla ördüklerinden.

- Bireyin kitlesel muhalefet grupları çerçevesinde bütünsel bir yıkım perspektifini benimseyemeyeceğini ifade ettikleri, varoluş mahiyetinde akışkan bir yıkıcılığı ete kemiğe büründürdükleri için.

- Bireyin veya grubun teoride karşı çıktığı her şeye, her kurala ve buyruğa pratikte de darbe indirebilmesinin sınırlarını zorladıkları için.

- Söylemde kendilerine benzer değerlerden bahseden birçok grup, komünler, kitle örgütleri içinde, görece risksiz kulvarlarda kalmayı yeğlerken, hareket ve kültür bağlamında inatla yeraltını tercih ettiklerinden.

- Teorilerinin, birçok hayati eksiklik barındırmasına, eklektik bir yapıya sahip olmasına rağmen, sözlerinin de eylem olduğunun bilincinde öznelerce yaşamların ortaya konulması pahasına savunulmasından.

- Sisteme olduğu kadar topluma, toplumsal değerler olarak dayatılan sürü normlarına karşı da tavizsiz mücadele yürüttükleri için.

- Ancak hayata geçirilen alternatif deneyimlerin bireyin ruhuna işlemiş burjuva ahlakını, uyuşukluğunu parçalayabileceğinin bilincinde olduklarından.

- Merkezsiz, hiyerarşik işleyişe sahip çıkmayan otonom bir ‘ordunun’ da yaratılabileceğini kanıtladıklarından.

- Öznenin iradi eyleminin toplumsal sürecin şekillenmesindeki hayati rolünün farkında olduklarından.

- Tahakküme, tahakküm odaklarına fiili darbeler indirmeden gerçekten karşı çıkılmış olunamayacağını dosta- düşmana gösterdiklerinden.

RAF, bu ve buna benzer onlarca nedenden dolayı günümüzde de önemini halen koruyan bir alternatif duruşun öznesiydi. Tabii ki, örgütsel olarak RAF, pirûpak, hatalardan azade bir oluşum değildi; tarihsel konjonktürden veya öznel yetersizliklerden kaynaklanan birçok eksiklikliği, zaafları da içinde barındırıyordu. Bu bağlamda, RAF pratiği, her somut deneyimde olduğu gibi, çokyönlü bir perspektiften değerlendirilmeli, eleştirel bir süzgeçten geçirilmelidir. Dolayısıyla, RAF deneyiminin birebir taklit edilmesi gibi absürd bir öneriyi dillendirmek bugün için anlamsız kaçabilir. Ancak,tartışma götürmez bir gerçek var ki: RAF’ın çokça bahsedilen eylemli pratiği bir tarafa, kültürel/varoluşsal/tözsel manada arkasında durduğu değerleri hatırlamak/hatırlatmak ve örnek almak bugünümüz ve geleceğimiz için hayati bir ihtiyaç durumundadır.

25 Ekim 2010 Pazartesi

SÜRREALİZM MANİFESTOSU'NDAN...



ANDRE BRETON

Benim tasavvur ettiğim biçimiyle sürrealizm, mutlak uyumsuzluğumuzu öylesine açıklıkla ortaya koyar ki, gerçek dünyanın mahkemesinde bizi aklayacak belgelere tercüme edilmesi söz konusu bile olmaz. Aksine, bu dünyada ulaşmayı umduğumuz o mutlak dalıp gitme halini haklı göstermeye yarayabilir. Kant’ın kadınlara dalıp gitmesi, Pasteur’ün “üzüm”lere dalıp gitmesi, Curie’nin arabalara dalıp gitmesi, bu açıdan, son derece semptomatiktir. Bu dünya, olsa olsa çok nispî olarak düşünceyle uyumludur, ve bu tür olaylar, parçası olmaktan gurur duyduğum bir savaşın en bariz fasıllarıdır sadece. Sürrealizm, bir gün hasımlarımızı yenmemizi sağlayacak “görünmez ışındır”. “Artık titremiyorsun, kadavra.” Bu yaz güller mavi, orman camdan. Yeşil pelerinine bürünmüş toprak, bende ancak bir hayalet kadar etki bırakıyor. Yaşamak ve yaşamayı bırakmaktır asıl hayalî çözümler. Varoluş başka yerde.(1924)


Sanat Manifestoları: Avangard Sanat ve Direniş (Der: Ali Artun)

COBRA


CONSTANT NİEUWENHUYS

Bizim sanatımız devrimci bir dönemin sanatıdır: hem batmakta olan bir dünyanın tepkisi hem de yeni bir çağın müjdecisi. Bundan ötürü, ilkinin ideallerine uymaz, öte yandan ikincisininki de henüz yaratılmayı beklemektedir. Ama dirençle karşılaştığı ölçüde güçlü bir hayat kuvvetinin ifadesidir ve yeni bir toplum kurma mücadelesinde hatırı sayılır öneme sahiptir. Burjuva tini ise hayatın her alanına nüfuz etmiş durumda, hatta zaman zaman halka (yani kendi eline bırakılmış özel bir halka) sanat götürme iddiasında bile bulunuyor.

Ama bu sanat artık bir afyon olarak işe yarayamayacak kadar bayat. Kaldırım ve duvarlardaki çiziktirmeler, insanın kendini ifade etmek için doğduğunu açıkça gösteriyor; artık onu bir memur ya da ortakçı kalıbına sokarak bu ilk dirimsel gereksinimini karşılamaktan alıkoyan iktidara karşı mücadelesi tam yol. Bir resim, renklerin ve çizgilerin kompozisyonu değil, bir hayvan, bir gece, bir çığlık, bir insandır – ya da bunların hepsi birden. Burjuva dünyasının nesnel, soyutlayıcı tini, resmi onu var eden araca indirgedi; oysa yaratıcı imgelem her formu tanımaya uğraşır ve soyutun steril atmosferinde bile, etkin bir alımlayıcı için tüm doğal ya da yapay formların sahip olduğu çağrıştırma gücünü harekete geçirerek, gerçeklikle yeni bir ilişki yaratmıştır. Bu çağrıştırıcı güç sınır tanımaz; böylelikle denebilir ki, sanat, HİÇBİR ŞEY ifade etmediği bir dönemin ardından, HER ŞEY demek olduğu bir döneme girmiştir. (1948)


Sanat Manifestoları: Avangard Sanat ve Direniş (Der: Ali Artun)

Politikada veya Sanatta Yeni Eylem Biçimleri ve Sitüasyonistler


GUY DEBORD

16 Ocak'ta Caracas'ta düzenlenen Fransız sanatı sergisine saldırı düzenleyen silahlı bir grup öğrenci, sergiden aldıkları beş tabloyu, siyasî mahkûmların salıverilmeleri koşuluyla iade edeceklerini açıkladılar. Güvenlik güçleri, Winston Bermudes, Louis Monselve ve Gladys Troconis'le giriştikleri silahlı çatışma sonucunda tabloları geri aldılar. Birkaç gün sonra, başka yoldaşlar söz konusu tabloları taşıyan polis kamyonuna bombalı saldırıda bulundu, ne yazık ki kamyon zarar görmedi. İşte geçmişin sanatına nasıl muamele edileceğini, hayatta gerçekten önemli olan şeyler uğruna nasıl yeniden oyuna dahil edileceklerini gösteren örnek bir olay. Gauguin'in (“her şeye cüret etme hakkını yerleştirmeye çalıştım”) ve Van Gogh'un ölümünden bu yana, düşmanları tarafından ele geçirilen yapıtlarının kültür dünyasından gördükleri ruhlarına uygun yegâne karşılık, muhtemelen Venezüellalıların eylemi olmuştur. 1849'daki Dresden ayaklanması sırasında, Bakunin tabloların müzeden çıkarılmasını ve düşman saldırılarını önleyip önleyemeyeceğini görmek için kentin girişindeki barikatlara konulmasını önermişti (başarılı olamadı, o ayrı). İşte Caracas’taki çatışmanın, devrimci isyanın son yüzyıldaki en ateşli anlarından biriyle arasında nasıl bir bağ olduğunu, hatta onun ötesine nasıl geçtiğini görüyoruz.

Son haftalarda, İspanya'ya turistik geziler düzenleyen acentelere karşı yangın bombalarıyla saldırıda bulunan ya da nükleer silahlanmanın tehlikelerine karşı uyaran korsan radyo yayınları düzenleyen Danimarkalı yoldaşların eylemlerini de aynı derecede heyecan verici buluyoruz. İskandinav ülkelerindeki “sosyalleştirilmiş” kapitalizmin sıkıcı ve rahat bağlamında, o “insanileşmiş” düzenin temelinde yatan şiddetin bazı veçhelerini ifşa eden şiddetleriyle ortaya çıkıveren insanları görmek çok umut verici: Örneğin bu düzenin iletişim tekelini ya da turizm veya eğlence sektöründe örgütlenmiş yabancılaşma görünümlerini ifşa ediyorlar. Bu rahatlığın yol açtığı can sıkıntısının kabullenilmesi gereken diğer bir yüzü de vardır: Bu huzur yalnızca yaşamın kendisi olmamakla kalmaz, atomik ölüm tehdidine dayalıdır aynı zamanda; organize turizm yalnızca gezilen ülkeleri gizleyen sefil bir gösteri olmakla kalmaz, bu şekilde nötr bir gösteriye dönüştürülen ülkenin gerçeği, Franco rejiminin polisidir.

Sanat Manifestoları: Avangard Sanat ve Direniş (Der: Ali Artun)

5 Ekim 2010 Salı

MAX STİRNER: İdeoloji müritlerinin nefret etmeyi sevdiği anarşist


JASON McQUİNN


Max Stirner( Avrupalı bir anarşistin ilk kullandığı takma ismiyle Johann Caspar Schmidt), 1848'deki Prusya Devrimi'ni takip eden yıllarda Hegel sonrası oluşan felsefi çevrenin ayrışmasındaki en tanınan merkezi karakterlerden birisidir. Stirner, 1806'da doğdu, Hegelci felsefenin egemen olduğu eğitim sisteminde üniversiteye gitti; felsefe, filoloji ve teoloji üzerine çalıştı -o zamanlarda Hegel'den de dersler aldı. Ancak üniversitede sınavlarda başarılı olamadı. Berlin’de çalışma saatlarinin dışındaki zamanlarında şarap barlarına ve kahve evlerine sık sık uğrarken, bir yandan da “lisede”1 kızlara öğretmenlik yaptı. “Die Frein”2 ( Özgür grubu) ile Friedrichstrasse'deki Hippel'in şarap barında ilişkilenmeye başladı, aynı zamanda Bruno Bauer, Friedrich Engels ( dutzbruder3) ve Arnold Ruge gibi dönemin önemli isyancı entelektüellerinden bazılarıyla da arkadaşlık geliştirdi.

Stirner'in kötü şöhreti neredeyse tamamen onun başyapıtıyla ilgili: Der Einzige und sein Eigentum (Biricik ve Mülkiyeti) 4. Stirner'in daha önceden de makaleler yazmış, analizlerini ifade etmiş ve bunları yayınlamış olmasına rağmen, 1844 yılı sonlarında kitabının basılması, “Die Frein” daki yoldaşları ve Prusya'daki geniş liberal ve radikal kültürel çevrelerde bir şok etkisi yarattı. Stirner'in metni, yalnızca çağdaşlarına kıyasla daha radikal değildi; aynı zamanda Hegel'in felsefi sistemine, Ludwig Fuerbach'ın hümanizmine, Bruno Bauer'in eleştirel eleştiriselliğine, Wilhelm Weitling'in komünizmine, Pierre-Joseph Proudhon'un karşılıkçı anarşizmine ve Karl Marx'ın gelişmekte olan Fuerbachçı komünizmine de yıkıcı eleştirel yumruklar indiriyordu. Moses Hess'in, Fuerbach'ın ve Bauer'in metnine yönelik tepkisel yazılarına yanıt olarak, Stirner, onların hatalı okumalarına dönük açıklamalarda bulunmak için Recensenten Stirner's5 (Stirner'in Eleştirisi) ni yayınladı.

Engels'in Stirner'in metnine yönelik başlangıçta duyduğu coşku, Marx'ın uyguladığı kaba disiplinle bir anda yok oldu. Kısa bir süre sonra, Marx ve Engels, Stirner’in muazzam çalışmasına Die Deutsche Ideologie (Alman İdeolojisi) ile, ki Stirner hiçbir zaman bunu göremedi, cephe açtılar. Stirner’in Eleştirisi de aynen Biricik ve Mülkiyeti gibi, o yıllardaki (1844- 48) ayaklanma ve tartışmaların gölgesinde kaldı ve neredeyse unutuldu.

1700'lerin sonunda ve 1800'lerin başında Avrupa’da, anarşist çevreler, gruplar ortaya çıkmadan önce de, de facto olarak dikkat çeken anarşistler yaşamaktaydı. Max Stirner sadece ayrıntılara özen gösteren ve tutarlı bir anarşist teorik yönelimi olan bir yazar değildi; o, aynı zamanda felsefi manada gelmiş geçmiş en önemli anarşist eleştiriyi de ortaya koymuştu. Stirner’in teorisi, hem anarşist çevreler içinde hem de dışında, büyük tartışmalara ve keskin çatışmalara vesile oldu. Stirner'in betimleyici, fenomenolojik egoizmi ve mutlak olarak köleliğin her türünü, biçimini reddetmesi anarşist ahlakçılar, ideologlar ve (özellikle solcular ama bireyciler ve diğerleri de dahil) her kanattan politikacılar nezdinde rahatsızlık yarattı. Her tek bireyin, daima kendi kararlarını aldığını ve her an kendi iradesine sahip çıkmak veya kendine yabancılaşmak ve köle olmak seçenekleriyle yüzleşmekten kaçamayacağını açık ve net biçimde kabul eden Stirner, sadece reaksiyonerlerin değil, aynı zamanda kendisini radikal ilan edenlerin ve sözümona anarşistlerin de isyanı kendi emellerine alet edip yeni yabancılaşma ve kölelik biçimlerine kanalize etme girişimlerini tüm çıplaklığıyla ifşa eder. Der Einzige und sein Eigentum’da Stirner’in, zorunlu ahlak yoluyla köleliği yasallaştırmak isteyenlere, politik koşullara ve kapitalist ekonomiye ya da eşdeğer kurumsal biçimlere boyun eğmeyi meşrulaştırmaya çalışan ideoloji taraftarlarına ve herkesi hizada tutmak için çabalayanlara, insanları sürü gibi yönlendirmeye çalışan politikacılara yönelik sert eleştirileri mevcut. Marksistler, militaristler ve politikacılar tarihleri boyunca Stirner'e “şeytani anarşist” muamelesi yaptılar. Anarşist camianın içinde bile, Proudhon'dan Bakunin'e, Kropotkin'den Faure'ye, Maximoff'tan Arshinov'a ve özellikle 20. yüzyıl boyunca anarko-solun sıradan ideologlarına göre, Max Stirner'in sözleri lanetliydi!

Ancak hâlâ, - anarko-solcuları ne kadar öfkelendirse de- içine anarşistlerin de dahil olduğu, Stirner’in uyarılarını ve eleştirilerini dikkate alan, evcilleşmemiş ve kontrol edilemez başıbozuklar, kendini domine edecek kurumları reddeden neşeli ve radikal bir azınlık her zaman var. Stirner'in söylediği gibi, “Hiçbir şey bana benden önemli değildir!”. Bu söz, açıkça, yalnızca kendi hayatımızı nasıl yaşayacağımızı seçtiğimizde özgür olacağımız anlamına geliyor. Politikacılar, ekonomistler, ideoloji taraftarları, rahipler, felsefeciler, polisler ve her türlü üçkâğıtçı sanatçılar, yasal yollardan ya da değil, planlarla, ve/veya bombalarla ve silahlarla: Yaşamlarımızdan defolup gidin! Bunlara, gözlerimize perde çekebileceğini sanan her türlü üçkâğıtçı anarşist de dahil!


Dipnotlar:

Gymnasium1 : O dönemde, aşağı yukarı bir kolej hazırlık okuluna denk düşüyor.

Die Frein2: Serbest Genç Hegelciler grubunun ismi.

Dutzbruder3 : “Resmi” olmayan ve birbirini yakından tanıyanların “sen” olarak kullandıkları kelime (Almanca du- sen'in, bruder- kardeş ile birleşiminden oluşan kelime )

Der Einzige und sein Eigenthum4: Biricik ve Mülkiyeti

Recensenten Stirner's5 ,Stirner'in Eleştirisi
: Bu açık seçik savunma, 1845 Eylül'de Wigands Vierteljahrsschrift’te yayınlandı (ama genellikle görmezden gelindi).

Die Deutsche Ideologie6, Alman ideolojisi
: Marx kulaklar, komiserler ve gizli servisin topraklarında bir Tanrı’ya dönüştükten sonra en sonunda basıldı, ama kitabın Stirner’in isminin geçtiği büyük bir bölümü sansürlendikten sonra!

4 Ekim 2010 Pazartesi

FEMİNİZM ÜZERİNE



ALFREDO BONANNO

Sosyal mücadelelerdeki devrimci girişimlerini kadın olmasına dayandıran, anarşist Emma Goldman'dı, -yazıları da bunu açıkça kanıtlamaktadır.

Emma'nın 30 yıllık anarşist propagandasında ve desteklediği tartışmalarda karşılaştığı engeller, bugünün devrimci hareketinde hâlâ mevcuttur ve kadın özgürleşmesi mücadelelerinde hiç de önemsiz bir yer kaplamamaktadır.

Emma, iyi tanınan, tüm yaşamlarını sosyal devrim mücadelelerinde geçirmiş anarşistlerin bariz erkek şovenizmiyle çatışırken, Most ya da Kropotkin gibi adamlarla tartışırken, bunu öncelikle bir kadın olarak yaptı, bu adamların -neredeyse bilinçsizce- kendisine dayattığı marjinal rolü reddetti. Cinsiyet meselesini ortaya attığında, kadının maruz kaldığı ayrımcılığa ve bunun sosyal sonuçlarına çok açık bir biçimde işaret ettiğinde, sıklıkla skandala neden oldu ve devrimci örgütlenmeler içerisinde şüphe tohumları ekti.

Bu durum hâlâ büyük ölçüde devam ediyor; daha doğrusu, temaların keskinleşmesi ve analizlerin derinleşmesiyle birlikte daha vahim bir hal aldı; erkek ve kadın yoldaşlar arasındaki hayali bir çatışma içinde, iki tarafın da birbirine derdini anlatamadığı ve birbirini anlamadığı keskin bir ayrıma yol açtı.

...

Temel olarak, bizce kadınların uğruna mücadele verdikleri devrime, otoriter bir perspektif yoluyla ulaşılamaz - yani, gelecekteki iktidar "elitinin" (proletaryanın rehber partisinin) erkekler yerine kadınların denetiminde olması anlamında. Böyle düşünmek yalnızca kadınlar tarafından verilen özgürleşme mücadelesinin geçmişteki hatalarını tekrar etmesine yol açabilir: Bu mücadele, daha önce erkeklere mahsus olan mesleklerde kadınların da yer almalarını, kadınların parlamentoya girmelerini ve oy kullanmalarını sağladı; ama özgürleşme ve feminist devrim yolunda onları bir santim ileriye taşımadı. Sadece bu da değil. Asırlar boyu kapatıldıkları "harem"le daha en baştan sakatlanan kadınlar, kendilerini "ayrıcalıklı" erkek öznelerle eşit hale getirmek için insanüstü çabalar sarf etmek zorunda kaldılar, ve bu çabaların tek sonucu kapitalist servetin üretimine katkıda bulunmak oldu.

Bütün bunlara, mücadelelerin ilerici bir biçimde evrildiği söylemiyle, sömürülen kitlelerin olgunlaşması söylemiyle vs. karşı çıkılabilir; ama bu, temeldeki problemi değiştirmez: Feminist devrim, otoriter bir model üzerine inşa edilemez, niteliksel açıdan farklı bir yolda ilerlemelidir; erkek iktidarının merkezlerine, onları başka bir (kadın) merkezle ikame etmek için değil, topyekün ortadan kaldırmak için saldırmalıdır. Bu perspektife göre, bizce feminist devrim ile anarşist devrim çakışmalıdır.

Gelgelelim, nihai hedef, kadınları (ve anarşistleri) kısmî yapıyla iştigal etmekten, bu yapıyı doğru bir şekilde analiz edip ona devrimci biçimde müdahale etmekten muaf tutamaz.

İlk önce, nicelik yanılsamasından kurtulmak gerekir. Aslında şunu sormalı: Goldman'ın Kropotkin ya da Most'la arasındaki karşıtlıklar nelerdi ve bugün kadın ve erkek yoldaşlar arasındaki anlaşmazlıklar neler? Tam da şu: İki tarafın da, kendilerini, müdahale kapasitelerini, parti şemasına göre, militan sayısı çerçevesinde ölçmeleri. ABD'deki Almanca konuşan anarşist hareket temelde Most'un elindeydi. Biliyordu ki Alman yoldaşlarının çoğu, hem dinsel kökenlerinden ötürü, hem de kadınları cinsiyete dayanarak değerlendirmekten kaçınmakta zorlanan erkekler için doğal olan ikilikten ötürü, kadın yoldaşların (ne de olsa sonuçta kadındılar) bazı tartışmalara dahil olmalarından hoşlanmıyorlardı (saygınlık ikiyüzlülüğünün kalıntısı olarak). Most'un Goldman'la arasındaki anlaşmazlıkların, Goldman'ın hareketin "itibarını zedeleyeceği", yani üye sayısını azaltabileceği yönündeki kaygılarının sebebi buydu.

Her kim nicelik mantığıyla hareket ediyorsa, devrimci bir perspektifte, ama yetersiz araçlarla mücadele ediyordur. Her kim, sürekli ölçüp sayıyorsa, sorgulamaya hazır olmadığı nesnel bir yaklaşım terazisini sabitlemekle son bulur. Onun referans noktası, belirli bir zamanda sahip olduğu fikirleriyle, genel olarak ezilenlerin hareketidir. Şimdi, kadın sorunu söz konusu olana kadar, bir bütün olarak ezilenler hareketinin konu üzerine (seks objesi, evdeki melek olarak, en fazla işteki arkadaşımız olarak kadın) tamamen karşıt düşüncelerinin olduğuna şüphe yoktur. Sonuç olarak, niceliksel mantığa girmeye karar verenler, bu fikirlere siyasi propaganda ve eylemle tesir etmeyi üstlenirler, ancak, aynı zamanda bunun üzerinde kontrolü sürdüremez, böylece (kadın) yoldaşa 'saflara yeniden katılmayı' önermekte başarısız olamazlar. Anarşistler bu açıdan Marksistlerden farksızdırlar. Niceliksel mantığa (hareket inşaa etmek) giren kadın yoldaşlar bile başka türlü eyleyemezler (eğer gerçekten bir şey inşaa etmek istiyorlarsa).

Dolayısıyla, bize öyle görünüyor ki, feminist hareket, erkek yoldaşların şovenistik hastalıklarını reddetmek için hatırı sayılır bir çaba harcamakta son derece haklıdır. Ayrıca, 'benim için yer aç' çelişkisine düşmekten kaçınmak için hareketin hedeflerini ve her halükarda yapılarını analiz etmeyi amaçlamalıdır.

İkinci olarak, soru-nun başka bir tarafı var. Eğer feminist devrim ister istemez anarşist olacaksa, o zaman bundan çıkan sonuç, müdahale yöntemlerinin de, aynı olmasa bile, ister istemez benzer olacağıdır. Ve anarşistler kendilerini kitle ile ilgili nasıl görüyorlar? Ve kadınlar aynı problemle ilgili kendilerini nasıl görüyorlar?

Anarşistler kendilerini hakikat sahipleri, rehberler, ya da devrimci hafıza olarak sunmazlar. Hatta, kendilerini "kitlelerin önüne" de yerleştirmezler, onlar kitlenin parçasıdırlar. Kendi örgütlenmelerine önem verdiklerinde, bunu devrimci durumu daha da 'derinleştirmek' için yapıyorlar çünkü devrime kademeli olarak yaklaşmaya zorlanmaktadırlar ve iktidara karşı mücadele için stratejik bir gereksinimleri vardır. Niceliksel kelime oyunlarına kanmamak zorundadırlar. Özgürleştirici-devrimci olayları belirleyecek büyük anarşist hareketler değildir. Devrimci olayı belirleyen muazzam sayıda koşullardır, anarşistler bu bileşenlerden sadece birisidir, çıkarcı bir azınlık tarafından bir kenara itilebilecek ve katledilebilecek, kendisini özgürleştirici eylemlere şimdiden yöneltenlerden birisi.

Aynısı kadınlar için de söylenebilir. Eğer kendilerini kadınlar olarak kitlelerin önüne yalnız yerleştirirlerse, aynı kitle içindeki farkı cinsiyetten iki grup arasında ayrım yapmaları kaçınılmaz olur. Bu şekilde, "tüm kadınlar", ortaya çıkmayı bekleyen devrimci bir potansiyele sahip olurlar. Benzer şekilde, tüm işçiler, polisler, hâkimler, politikacılar, mafya üyeleri bile, bu varsayımsal devrimci potansiyelin parçası olurlar. Tabii ki, nicelik mantığıyla yola çıkıldığında bu çözüm çok elverişlidir, kadının kendisini güçlü hissetmesini sağlar, onu "büyük kızkardeşler kitlesinin" bir parçası haline getirir, ama kesinlikle özgürleşmeye taşımaz.

Diğer taraftan, eğer kadın kendisini otorite karşıtı bir devrimci olarak görürse; diğer cinsiyeti, belki de kendisinin şimdiye kadar hiç ezilmediği kadar ezmek için herhangi bir şeyi devralma perspektifinden feragat eder, ancak feminist matristen başlayarak kadın sorununu başa koyan motivasyonların ve temaların değerini saptayabilecek olan örgütsel yapılara katılarak kurtarıcı ve devrimci durumlara katılımını etkiler. Sonrasında cinsel farklılıklara dayanan tüm bölünmelerin yokedilmesi ve kesin özgürleşme gününe kadar, artık dünyayı iki büyük dilime bölme sorunu olmayacaktır, ancak bu bölünmeyi her zaman daha fazla ifşa ederek, onu kızdırarak, kapitalist sömürü tarafından bölündüğünü göstermek sorun olacaktır.

Bunu bir tarafa yazdıktan sonra, şunu ifade etmek gerekiyor: Kadınların, "devrimci harekete" "arınmış" vaziyette girmek için, uğradıkları çifte sömürünün bilincine vardıkça, içlerinde patlayan şiddet enerjisini "yumuşatmaları" gerektiğini söylemek istemiyoruz. Ne yazık ki, devrim için mücadele eden, özgürleşme doğrultusunda çaba sarf eden yoldaşlar arasında bile, kesin olarak bu nedenle erkek yoldaşların yanında 'eşit haklarla birlikte' mücadele etmemektedirler. Ne yazık ki, devrim için mücadele eden, özgürleşme doğrultusunda çaba sarf eden yoldaşlar arasında bile, kökünden kolaylıkla söküp atılamamış önyargı ve üçüncü şahıslara yönelik ayrımcılık kalıntıları vardır ve kesinlikle "özgürleşmemişlerdir". Kadın tüm bunları hisseder ve kendi mücadelesini kabul eder. Ancak bu durum kadını tam bir sömürü gettosunda (sosyal ayrımcılık gettosunda) sınırlayan kapitalist sömürünün bir sonucudur. Kadına cinsel bir obje olarak değer verilir. Ne yaparsa yapsın, hangi aktiviteyi yerine getirirse getirsin, kendisini hangi alana kanalize ederse etsin, cinsiyeti veya erkeklerin onunla ilgili düşündüğü cinsiyeti, kendisinden önce gelir. Bu, kadını yaralamakta başarısız olamaz ve onu feminist devrime ulaşmak isteyen, ancak hepsinden önce kendi engellerini yıkmak zorunda olduğu bilincine götürür. Ancak engeli yıkmak diğer engelleri eşzamanlı yıkımı olmadan gerçekleşemez. Kadın, varolan sınıflara bölündüğünden beri bir cinsel obje olarak düşünülmeye her zaman devam edecektir, çünkü bir objeye indirgenerek, diğer tehlikeli azınlıklarla (tutsaklar, yabancılaşmışlar vs.) birlikte kabul edildiği aynı kriminalleştirme süreciyle beraber gettoya kapatılmıştır.

O muhteşem devrimci şiddet enerjisi kadının gettoya kapatılmışlık hissinin bilincine varmasından doğar. Benzersiz bir süreçle değil, tutsaklar bugün kendi durumlarının bilincine gettolaşmış olarak ulaşmaktadırlar ve çok daha zorlukları içeren ayaklanmalarda patlamaktadırlar. Ayrıca burada kolaylıkla önlenemeyen tehlikelerle karşı karşıya geliyoruz. Birisi sadece 'tutsak' vurgusu yapma riskini alır çünkü tutsak dört duvar arasına kapatılmış bir insandır. Bu, bize öyle görünüyor ki, kesin olarak hareketin kendisini somutlaştırdığı ve bunu eğilim olarak (total bir kurum, bir bina olarak hapishane durumunda; erkek (ezen) ve kadın (ezilen) iki dünya arasında ayırt edici bir özellik olarak kadın cinsiyeti durumunda) en çıplak gözle görülebilir araçlarla yaptığı hareketin gelişiminin ilk anıdır.

Ama şu da var ki: hareket büyüyor. En mevcut özelliğiyle tanınabilir olduğu çocukluk dönemini terk etmekte ve kendi devrimci sürekliliğini geliştirmektedir. Bu şekilde tutsaklar mevcut hapishaneye karşı mücadelenin şayet kendisini diğer mevcut hapishane biçimi olan sömürü toplumuna bağlarsa çıkışlar bulabileceğinin, ve sonradan gelenin kararlılığının her zaman ve sürekli olarak önceden gelenin yıkımını önlediğinin farkındadırlar. Ve bir sınıf analizi geliştirmenin farkında olarak, onlar düşmanlarını bireyleştirmekte ve onları müttefiklerinden ayırmaktadırlar. Onlar devrimci bir azınlığı organize etmekte ve onlara ulaşmak için amaç ve araçlar seçmektedirler. Ancak o zaman iktidar için gerçekten tehlikeli olurlar ve ancak o zaman baskı acımasız hale gelir, çünkü artık onları azaltılmış cezalar, kefalet, af ve hapishane reformu gibi
tuzaklara, küçük bir gettodan büyük olanına geçmek anlamına gelen iktidarın dönüşümlerine düşürmek mümkün değildir.

Ve feminist hareket de büyüyor, tüm çabalarının başlangıca yöneldiği cinsiyet temeli üzerinde kendi ayrıştırıcılığını bir kenara bırakarak. Diğer cinsiyete karşı mücadelenin; erkeğin sömürüyü sürdürmek için yarattığı mekanizmalara karşı, patronu savunan kuruma karşı ve patrona karşı mücadele içerisine yerleştirildiğinde sadece anlamı olabilir. Bu daha geniş perspektifte, feminist mücadele ayrıca herkesi, (ayrıcalıklılar için) ikincil olarak görülen bir sorunun farkına varması için zorlayarak önemli hale gelmiştir. Sadece bu bağlantı kurulduğunda feminist hareket iktidara tüm tehlikeliliğini gösterecektir; ve bu nedenle, o safhada sadece "kadına" özel değil, tüm ezilenlere yönelik çağrı geliştirecektir: Topyekün bir devrimci arzu, sadece sömürünün en kötüsünün elinden geçmiş olanlar olarak. Ve kadınların öfkesine karşı, iktidar için boyun eğdirici bir çözüm bulmak kolay olmayacaktır.

28 Eylül 2010 Salı

NEW MODEL ARMY




GÖK

Müziğin de diğer her değer gibi modern kapitalizmin kültür endüstrisinin dişlileri arasında sıkıştırılan bir meta olarak alınıp/satıldığı günümüz koşullarında bütün bu çerçevesi dayatılmış paradigmayı zorlayan, aşan, tersinden bozuma uğratan kaç müzisyen veya grup kaldı? Ürettiği şarkıların liriklerinden melodik yapısına, tahayyül evreninden imgesel zenginliğine kaç müzik grubunun duyarlılığının hakikatine inanabiliriz? Ezilenlerin cephesinde saf tutmuş ve bu saf tutmayı özüyle, sözüyle bir dürüstlükte müziğine içkin kılabilmiş kaç müzisyen mevcut? Günlük yaşamdan politik gündemlere, bireysel uyumsuzluktan muktedirlere duyulan öfkeye işçi sınıfının içinden ses veren müzik grubu var mı? Bu ve buna benzer onlarca soruya direkt yanıt teşkil eden, hiç düşünmeden bu düzlemdeki ilk beş grubun içinde gösterebileceğimiz kaç isim sayabilirsiniz?

Evet, hâlâ kimden bahsettiğimizi anlamamış okuyucular için müzik tarihinde şimdiden müstesna bir yeri işgal eden grubumuzun adını analım: New Model Army. 1984 yılında çıkardıkları ilk albümleri “Vengeance-The Independent Story”yle başlayan müzik serüvenini onu stüdyo, dördü canlı performans kaydı olmak üzere on dört albümlük muazzam içeriğiyle yetkin biçimde sürdürüyor “yeni model ordu”muz. Grup, ismini 1600’lü yıllarda Cromwell tarafından kurulan modern bir düzenli ordudan alıyor. Sözkonusu ordu, Britanya iç savaşında krala ve monarşik tahakküme karşı yeni oluşturulan parlamentonun tarafında savaşmıştı.

Bizim New Model Army’miz ise ‘kaptanları’ Justin Sullivan’ın inisiyatifinde Nelson ve Michael Dean, Dean White, Marshall Gill’den mürekkep militan duruşlu, folk esinli bir punk grubu. Bradford’lu solist Justin Sullivan’ın şiirsel şarkı sözleri ve punk enerjisiyle yüklü agresif/özgün vokaliyle dünyanın her yerinde dibe vurdurulmuşların, dipte kalanların öfkelerine tercüman oluyor New Model Army. Akustik folk ritimlerin post-punk’ın dinamik eklektizmine bağlanması, sıkı davul ataklardan vites değiştirircesine alçalıp yükselerek coşkuya ivme kazandıran vokalin etkisi grubun müzikal alamet-i farikalarını teşkil ediyor. Tabii, bas gitarın efektif kullanımı mevzusunda da bütün yeni rock gruplarına referans olabilecek düzeydeki özgün pratiğinin altını da çizelim.

Özcesi; sözüyle, tavrıyla, sanatsal ifade biçimi ve sınıfsal aidiyetiyle müzik dünyasında hayranı olmaktan gurur duyduğumuz az sayıdaki yaratıcı gruplardan biri New Model Army. Askeri olmaya gönüllü olacağımız yegane ‘ordu’ olarak da tarif edebiliriz onları.

24 Eylül 2010 Cuma

SANATI SANATÇILARDAN KURTARIN!




ALEXANDER BRENER, BARBARA SCHURZ



1

Çirkin bir dünyada yaşıyoruz. Bu çirkinliğin sorumlusu kim? Çirkin ne? Eğer bir güzellik satıcısı tarafından soruluyorsa, asıl çirkin olan bu sorudur. En çirkin manzara da sanatçıların kendilerini satmasıdır. Bir meta olarak sanat çirkin bir fikirdir; bir eğlence olarak sanat çirkin bir eylemdir. Bir memnun etme ve satış mesleği olarak görsel sanatlar çirkin bir iştir. Sanat alışverişi, sanat koleksiyonculuğu, sanat manipülasyonu, sanat işi çirkindir.

Bir geçim aracı olarak, bir hayatın tadını çıkarma aracı olarak sanat çirkindir. “Sanatçının da yemek yemesi lazım” ifadesi çirkindir. Bir sanatçının yemek ihtiyacı bir başkasından fazla değildir.

Sanatta ekonomik ilişkiler utanç verici ve çirkindir. Sanatta ticaretçilik, kariyercilik, para yapmacılık, hayatta kalmacılık çirkindir.

Bir iş adamı olarak sanatçı, bir sanatçı olarak iş adamından daha çirkindir. Sanatçının himaye altına alınmış bir ahmak olarak, bir masum olarak, bir şirket adamı olarak, bir koleksiyon parçası, başarılı adam olarak imajı çirkindir. Doğal bir hayvan, bitki, ot, egzotik meyve olarak sanatçı çirkindir. Sanatta anti-entelektüalizm çirkindir. Sanatta sahte entelektüalizm çirkindir. Sanatta özel-leştirilmiş entelektüalizm de çirkindir.

Sanat mekanizmasının bir parçası olarak çirkin kültü iğrenç ve çirkindir. Anti-sanatın herhangi bir biçimi çirkindir. Kolaj, montaj, hurda, performans ve enstalasyon sanatı çirkindir. Geometrik sanat dışavurumcu sanattan daha az çirkin değildir. Amerikan sanatı, Alman sanatı, İtalyan sanatı, Çin sanatı ve her tür sözde ulusal etiket sanatı çirkindir. “Genç sanat” çirkindir. Sözde uluslararası çağdaş sanat hem sefil hem çirkindir.

Tüm bienaller çirkindir. Turizm endüstrisinin parçası olarak sanat çirkindir. Tüm jüriler ve ödüller çirkindir. Kültürel değiş tokuş çirkindir. Sergi açılışlarındaki iyi niyet ve neşe maskaralığı çirkindir. Müessese ve ona boyun eğmek de aynı ölçüde çirkindir.

Hükümetin sanata sponsor olması çirkindir. Sanata kişilerin sponsor olması da çirkindir. Sanayide sanat, sanatta sanayi kadar çirkindir.

Sanat ticaretinin hileleri çirkindir. Müze sanat pazarlaması, sanat promosyonu, zevk yaratmak, sanat tarihi üretimi çirkindir.

İyi bir şey olarak, kesin bir şey olarak sanat çirkindir. Sanatta uyum çağı çirkindir. Sanatta refah işaretleri çirkindir. Sanatta fakirlik işaretleri çirkindir. Sanatta olayların çirkine dönmesi, en çirkin olanların suç ortaklığı ve rızadır. “Neden savaşalım?” ve “yaşam bu” çirkin ifadelerdir. Sanatta konsensüs, kâr, entrikalar, rekabet, konformizm, mülk istismarı çirkindir.

Sanatta vicdansızlık ve bilinçaltsızlık çirkindir. Çirkinliğin sorumlusu sanatçılardır.

2

Sanat tarihinin ve doğasının sorumlusu sanatçılardır. Sanat tarihinin doğası şudur: köleliğe boyun eğmiş, emrine amade olmuş güzellik.

Sanat tarihçileri sanatçıları şöyle bilir: sihirbaz, büyücü, üstatçı, imajcı…

Köle, mekanik, zanaat, köle işçi, anonim…

Grek, Romalı, ortaçağ…

12. yüzyıl: “Tanrı’nın Hizmetkârı”, mistik, aydınlatmacı, mozaikçi…

14. yüzyıl: Ayrımsız, sanatçı-zanaatçı (Filippo Lippi)…

15. yüzyıl: “doğada Tanrı’nın hizmetkârı”, bireysel, eğitimli adam (Van Eyck)…

16. yüzyıl: bilim adamı, natüralist, “liberal sanatlar”, Rönesans, (Dürer)…

Aynı zamanda: “ilahi ressam”, içsel fikir (Mikelanj, Leonardo)…

17. yüzyıl: Sarayın hizmetkârı, “kralların ressamı” (Velasquez)…

Sonra: Asil, klasikçi, kraliyet akademisi, güzel sanatlar (Poussin)…

Aynı zamanda: “Mükemmel ressam”, “ressamın ressamı”…

18. yüzyıl: İdealist, “mükemmelci”, rasyonalist, akademisyen (Reynolds)…

Sonra: “Kişilik”, mistik, romantik, virtüöz (Blake)…

19. yüzyıl: Materyalist, natüralist, “gözlemci” (Delacroix)…

Realist, bağımsız, devrimci, “siyasi bilinç” (Courbet)…

Aynı zamanda: Seyirci, belgeleyen, dönüşümcü (Manet)

Sonra: “İzlenimci”, burjuva, bohem…

Demokrat, işadamı, profesyonel…

20. yüzyıl: “Avangard sanatçı”, “dışavurumcu”, yansıtıcı…

Peygamber, reddedici, ütopyacı, “modernist”…

Eksantrik, protestocu, kaçışçı, sürgün, taşlayıcı…

Palyaço, fahişe, akrobat, eğlendirici…

Bir de: “Kurban”, şehit, anti-İsa, “varoluşçu”, “asil vahşi”…

İlkel, çocuk, “nevrotik”, “masum”, “ahmak”, vahşi adam, Fauvist…

“Sembolist”, düş kuran, imajcı, “sürrealist”, numaracı…

Metafizikçi, aziz, şarlatan, büyücü, pop…

“Şöhret”, eylemci, yalancı…

“Başarı-başarısızlık”, para ve ölümden sonra ün, laga-luga, dolandırıcı…

Herkes sanatçı, propagandacı, otoriter pislik çuvalı…

“Saf sanatçı”, “Soyut sanatçı” (Ad Reinhardt)…

Şizoid, anti-kahraman, şaman, şapşal piç…

“Kavramcı”, kurumsal sanatçı, tasarımcı, söylevler kullanan, tenkitçi ikili ajan…

Nesil be nesil önceden imal edilmiş pislik, küratör altında sanatçı, küratör üstte…

Sanatçı olarak küratör, küratör olarak sanatçı, basitçe kıç deliği…

Eğitimsiz sanatçı, yeni medya sanatçısı, çarkın dişi olarak sanatçı…

İşbirlikçi sanatçı, A.Ş. sanatçısı, tamamen iyileşmiş yoz sanatçı…

Polis olarak sanatçı, polis sanatçı…

Whistler’ın ifade ettiği gibi: “Sanatçı, kariyeri hep yarın başlayandır”.

Ne harika bir cümle!

3

Her şeyi sırayla ele almaya çalışalım. Sanatçılar konusunda, her zaman doğru olmayan bir şey vardı. Sanatçıların projesi, en azından son seferde, teknik olarak hatalı bir şey içerir, yani, birbiri ile çelişkili üç şey yapmak ister: dâhil olan azınlık için maksimum özgürlük sağlamak, dışlanan çoğunluğu hayatta kalma sınırına dek sömürmek ve bir ortak kültür miti ile ikinci grubun ayaklanmasını engellemek. Bu dolandırıcılıkta sanatçının rolü, “sanatına orospuluk yaptırmayan (para için olmadığı sürece) adam”dan çok daha fazlasıdır. Bu rol bugün olduğu gibi eskiden de büyük ideolojik öneme sahipti: gençlerin isyan etmesini önlemek, onları yatıştırmak, onları konsensüsün kültürel sınırları dâhilinde tutmak. Arthur Rimbaud şairlik mesleğinin tüm diğer meslekler gibi sefil bir şey olduğunu keşfettiğinde tiksinti içinde yerini yurdunu terk edip Afrika’ya gitti. Bir diğer Arthur’un (Cravan) protestosu daha şiddetliydi. Ama inkâr söz konusu olduğunda sanatçıların hafızaları kısa dönemlidir. Geçmiş inkârcıları kültürel ikonlara dönüştürürler, yani onları öldürürler. Sanatçılar kendilerini kurabiye gibi satmayı tercih ederler. Bunda başarılı olmuşlardır. Sanat zevkli bir şey olmuştur. Sanat eğitimi bir banka işine dönüşmüştür. Sanatçılar sosyal basamakları teker teker tırmanmaktadır. Alçak hükümetler kirli savaşlara girişmektedir. İnsan bu konuda ne yapacağını bilememektedir. Sanat eleştirmenlerinin hepsi yozlaşmıştır. Sanat dergileri moda dergilerine karışmaktadır. Her zamankinden daha büyük ve daha cici sanat kitapları yayınlanmaktadır. Müzeler dolup taşmaktadır. Eski isyankâr sanat sözleri ölmüştür. Sanatçılar gittikçe daha fazla, daha büyük, daha hızlı çalışmaktadır. Bazı insanlar hâlâ kitle iletişim araçlarının her şeyi açıklayabildiğini düşünmektedir. Cep telefonları hiç bu kadar meşgul olmamıştır. Bir sürü para ve şampanya dolaşmaktadır. Kitle iletişim araçları sanatçılara aşçılardan daha fazla yer ayırmaktadır. Sanatçılar tenkitçidir, her panele katılırlar. Her şey harikadır.

Hepiniz sahtekârsınız!

4

Çirkinliğin yok edilmesi gerek. Yıkım sanatı üzerine eski tez hâlâ yaşamaktadır. Bizi baskı altında tutan ve yeryüzündeki her şeyi çirkinleştiren mevcudun yıkımı hemen yapılması gereken bir görevdir. Ama diyelim ki sokak isyanları hakkındaki bir film yıkıcı bir katkı sayılabilir mi? Elbette hayır. Yıkım sanatı, artık sanat sistemi olan sanatın yıkımına işaret eder ve sanat sistemi büyük siyasi, ekonomik ve sosyal sistemin bir parçasıdır. Gerçekten yıkıcı bir proje için sanatçı tüm topluma karşı yürütülen genelleştirilmiş mücadeleye katılmalı, böylece her tür iktidar yapısı tarafından sanatçı olarak tanınmaya son vermelidir: müzeler, galeriler, sanat fuarları, editoryal kitaplar, ceza mahkemeleri, polis, kitle iletişim araçları, akademi… Bir sanatçı tamamen kabul edilemez, tanınamaz, öngörülemez olmalıdır. Her tür sosyal rolü, öncelikle de her tür maske altında sanatçı rolünü reddetmelidir. Buna reddeden sanatçı rolü de dâhildir. Yıkıcı devrimci eylem Avangard reddediş mitini ve tüm diğer mitlerin, doktrinlerin, ideolojilerin yok edilmesini de kapsar.

Her tür sanat ideolojisine ve tüm diğer çirkinliklere karşı çıkan güzeldir. Güzellik yaşam doluluk demektir ya da en azından böyle bir doluluk amacı gütmek. Bu durumda güzellik fikri özgürlük fikri ile doğrudan bağlantılıdır. Özgürlük tüm sınırların tamamen yok edilmesini içeren yıkıcı bir kavramdır. İnsan özgürlüğü gerçekten arzuluyorsa, o yıkımın içerdiği risklerle, hâkimiyetinde yaşadığımız kurulu düzeni yok etmekten kaynaklanacak her tür riskle yüzleşmeye hazır olmalıdır. Özgürlük, bizim gerçek işe karışma yeteneğimizden bağımsız olarak gelişeceğini umarak sığınabileceğimiz bir kavram değildir. Özgürlük her bireye ve her somut özgürleşme eyleminde bağlıdır. Özgürlük kişisel bir gündelik mücadele deneyimidir.

Bu yüzden, özgürlük içinde yaşamak için insanın kendi bireyselliğini geliştirmesi gerekir. Bu durumda, mevcut toplumun aile, eğitim, ordu, iş, sanat sistemi, vs. içeren kurumlarının faydası olmaz. Tam tersine, bireyselliği baskılarlar, silerler, bireyselliğin yerine geçerler. Bireyselliği sosyal rollere indirgerler.

Bireysellik kavramındaki en büyük sorun, onun nasıl yaratılacağına dair reçeteler olmamasıdır. Benzersiz bir insan yaratmak için formüller olsa, elimizde yalnızca sahte bireysellikler olurdu. Bununla beraber temel ilke, gerçek bireyselliğin ancak mevcut toplumun ve çirkinliğinin yıkımı için girişilen eylemler aracılığı ile yaratılabileceğidir.

Çirkinliği lağvetme mücadelesi, iktidarı lağvetme mücadelesidir. Özünde, bireylerin sosyal roller ve kurallar olmadan yaşama, hayal edebilecekleri en harika şeylerin hepsini yaşama mücadelesidir. Grup projeleri ve mücadeleleri bunun bir parçasıdır, ama onlar, bireylerin arzularının birbirlerini arttırması ile büyür ve bireyleri boğmaya başladıklarında çözülür.

5

Çirkinliği bertaraf etmek için, sanatçı işe kendisi ile başlamalıdır, çünkü o yeryüzündeki en çirkin şeylerden biridir.

Başlangıçta, sanatçı “evet” deme gönüllülüğünü bertaraf etmelidir. Yüz durumun 99’unda “evet” demek yozlaşmaya, yıldırmaya ve uyuma teslim olmak demektir. Aynı zamanda, bir sanatçı “hayır” deme gönüllülüğünü de yok etmelidir. 1000 durumun 999’unda, “hayır” demek kamufle edilmiş bir “evet”tir, sahte bir protestodur, gizli yıldırma, çıkarların pazarlığa tabi tutulmasıdır.

Sonra sanatçı kendi üretimini, profesyonel eylemini, statüsünü bertaraf etmelidir. Sanatçının sanatı manipüle edilebilir bir şey olmakla kalmaz, sanatçının kendisi de manipüle edilmiş bir simge olur ve bu şartlar altında sanatçının ne olduğu, sanatının ne olması gerektiği tartışması toza dönüşür. Bu tartışma her zamanki işin bir parçasıdır.

Aynı zamanda sanatçı (sanatçı olmayı bırakan kişi) genelleştirilmiş mücadeleye katılmalı, devlete, kapitale ve burada şu anda yüz yüze olduğu tüm iktidar ilişkilerine saldırmalıdır. Bununla beraber, bu bir partiye, organizasyona ya da ağa katılmak anlamına gelmez. Görev hemen saldırmaktır, ama bazı organizasyonal çıkarlar ya da niceliksel büyüme lehine değil. Özgür bireylerin savunulacak sosyal ya da organizasyonal kimlikleri yoktur. Yapıları her zaman resmi olmayan bir niteliğe sahiptir, bu yüzden saldırdıkları zaman kendilerini savunmak, kendi propagandalarını yapmak için saldırmazlar, herkese saldıran çirkin bir düşmanı yok etmek için saldırırlar.

6

Belki de bir fikir olarak sanatın sonu gelmiştir. Sonu gelen sanat sistemidir. Tam tersine sanat –bir kavram ve insan aktivitesi olarak- muhtemelen gelecek dönüşümlere açıktır. Ama bu durumda, geleceğin güzel sanatı mevcut sanatçıların çirkin ellerinde değildir. Onlar bu bilinmeyen, hayret verici sanatla yüzleşmeden, sanatçılar kendilerini tamamen yıkmalıdırlar.

Bu sorun sanatçıların sorunudur, sanat kurumlarının, eleştirmenlerin, küratörlerin, vs. değil. Sanatçılar, yapmaya cesaret edemedikleri her şey kadar yaptıkları her şey için de sorumlu tutulmalıdır.


22 Eylül 2010 Çarşamba

BİRİCİK VE MÜLKİYETİ



MAX STİRNER




«Cinler yaşıyor!» Dünyaya şöyle bir göz gezdir ve söyle, her nesnenin içinden bir cin seni seyretmiyor mu. Şu ufacık ve sevimli çiçekten gelen ses, ona bu muhteşem güzellikteki şekli veren Yaradanın sesidir; yıldızlar, kendilerini dizen tinin haberini müjdeliyor, dağların tepelerinden aşağıya doğru yücelik tini esiyor, çağlayan sular özlemin tinini haber ediyor ve - insanların ağızından milyonlarca hayalet konuşuyor. İsterse bütün bu dağlar çöksün, çiçekler solsun, yıldızlar dünyası yıkılsın, insanlar ölsün - nedir görünürdeki bu cisimlerin batması? Göze görünmeyen tin ebedi olandır! (S. 37)

Tanrının da insanlığın da işi kendilerine dayanmaktadır, kendileridir. Benim meselem de benim. Tanrı gibi her şey ve hiçim, biriciğim.

Eğer Tanrı ve insanlık, sizlerin de doğruladığı gibi, bir bütünlük iseler, benim de onlardan eksik bir yanım yok ve "boş" olduğuma dair bir şikayetim de yok. Ben hiçim derken, boş olduğumu söylemiyorum, bizzat yaratıcı bir hiçim, bir yaratıcı olarak her şeyi yaratan bir hiç.

Tepeden tırnağa kadar benim olmayan her işe uğurlar olsun! Sizce benim işim en azından "iyi bir iş" olmalıdır? Nedir iyi iş, kötü iş! İşim demek zaten ben demek'im. Ve ben ne iyiyim, ne de kötü. İyinin de kötünün de benim için hiç bir anlamı yoktur. Tanrının işi, insanlığın işi, gerçeğin işi, iyinin işi, doğrunun işi, özgürlüğün işi ve daha niceleri. Bunların hiçbiri benim işim değildir, benim işim sadece benim olandır ve o genel değil, biriciktir, benim gibi.

Hiçbir şey benden üstün değildir! (S. 5)

Biricik olduğumu bildiğim andan itibaren kendimin sahibiyim. Kendine sahip kişi ancak biricikleştiğinde yaratıcı hiçliğine, doğduğu yere geri döner. İster Tanrı olsun ister insan, benden yüksek her canlı biricik olma duygumu zayıflatır ve ancak bu bilincin güneşi karşısında söner. Kendi meselemi biricikliğim üzerine kurarsam, o zaman meselem kendi yaşamını kendisi yaşayan geçici ve ölümlü bir yaratıcının meselesidir. Dolayısıyla ben şunu söyleyebilirim: Meselemi hiçe bıraktım. (S. 412)

Ben, halklar ve insanlık ölünce doğarım. (...) Sen ey çilekeş Alman halkım – nedir acın, ıstırabın? Canlanamayan bir düşüncenin acısıdır seninkisi. Daha horoz ötmeden kaybolan hayaletin acısıdır. Yine de kurtuluşun ve mutluluğun hasretini çeker bu hayalet. (...) Kal selametle milyonların rüyası, çocuklarının binyıllık despotu, kal selametle! Yarın seni mezara taşıyacaklar; ve çok yakında kardeşlerin, diğer halklar, ardından gelecek. İşte o zaman insan alemi gömülmüş olacaktır. Ve ben, kendimin sahibi ben, onun gülen kalıtçısıyım! (S. 238, 239)

Gerçeğin kriteri benim, ben ise bir düşünce değilim, düşüncenin üstündeyim yani söylenemez bir şeyim. (S. 400)

Stirner’in söylediği bir sözcük, bir düşünce ve bir kavramdır; söylemek istediği ise, ne bir sözcük, ne bir düşünce ne de bir kavramdır. Stirner’in söylediği söylemek istediği değildir ve söylemek istediği söylenemez. (Max Stirner: Parerga. Kritiken. Repliken. LSR-Verlag, s. 149)

Biricik bir sözcüktür ve bir sözcüğün altında düşünülecek bir şey olmalıdır, bir sözcük düşünce içermelidir. Oysa biricik düşüncesiz bir sözcüktür, düşünce içermez. (Max Stirner: Parerga. Kritiken. Repliken. LSR-Verlag, 1986, s. 152)

Kafanda hortlaklar var; sen kaçıksın be adam! Kafasında büyük şeyler ve tanrılar dünyası kuran ve kurduklarına da inanan sen, hayaletler ülkesi kurup kendini onlara karşı vazifelendiriyorsun, oysa o, sana el sallayan bir idealdir. Senin saplantın var! Şaka ya da mecaz yaptığımı sanma, yüksekliklere tutunanları, insanların büyük çoğunluğunu, neredeyse dünyadaki tüm insanları kararsız deliler olarak görüyorum, tımarhanelik deliler.S 46.

Benim soyum benim, Ben normsuz, yasasız ve örneksizim. (S. 200)

Benden aşağı her gerçeği beğenirim ; benden yüksek ve ona göre yaşamam gereken bir gerçekse tanımıyorum. Bence gerçek yoktur, çünkü hiçbir şey benden üstün değildir! (S. 399)

Özgür cesaretle yapmadığım bir şey hakkımın dışındadır, yani yapmasını haklı görmediğim şey hakkım değildir. Neyin haklı olduğuna Ben karar veririm. Benden öte bir hak yoktur. Bence haklı olan haklıdır. (...) Bu egoist haktır. (S. 208, 209)

Farklı düşünenler’ birbirlerini tahammül ederler. Oysa bir nesne hakkında neden sadece farklı düşüneyim ki, farklı düşünmeyi neden son aşamasına kadar düşünmeyeyim; yani düşünülecek şeyi anlamsızlaştırana dek düşünmek: nesnenin hiçleşmesine ve yokedilmesine dek ? (S.. 379)

En az düşünmek kadar Varlık’ı da aştım. Biri benim varlığım diğeri benim düşüncemdir. Varolmak için her ikisine de ihtiyacım var, binlerce başka şeye ihtiyacım olduğu gibi, diyen Stirner, cümlesini şöyle tamamlar: ... Her şeyden önce ama benim Bana, şu belli olana, Biricik’e ihtiyacım var. (S. 382)

Erk ve şiddet sadece bendedir yani güçlü ve şiddetli olandadır. (S. 231)

Hakikat, sevgili Pilatus, Tanrı’dır ve hakikati arayan herkes Tanrı’yı arar ve över. Tanrı nerede yaşar? Kafanda; başka nerede yaşayabilir ki? (S. 397)

Haklı ya da haksız olduğumu yargılayan benim, benden başka bir yargıç yoktur. Başkaları sadece benim hakkımı onaylayıp onaylamadıklarını ve bunun onlarca da haklı olup olmadığını yargılayabilirler. (S. 205)

Bilginin istem olarak doğabilmesi ve özgür kişi olarak kendisini hergün yenilemesi için ölmesi gerekiyor. (Max Stirner: Parerga. Kritiken. Repliken. LSR-Verlag, 1986, s. 97)

X KUŞAĞININ YIKIM PEYGAMBERİ: CHUCK PALAHNİUK



GÖK

Her tarihsel dönemin kendi değerlerini ifade eden, somut dertlerine kafa yoran, kişisel ve toplumsal sorunlarını dillendiren bir edebiyat akımı vardır. Edebi türler, konu aldıkları gelişmeler, kurguladığı karakterlerle dahil oldukları tarihsel dilime ışık tutarlar, sözkonusu akımları üreten yazarlar da okurlar nezdinde kendi kuşaklarının duygusal olarak örtüştükleri ‘sözcülük’ misyonunu yüklenirler. Her kuşak kendi yazarlarını vareder veya tersinden okursak her yazar kendi kuşağıyla bir aidiyet ilişkisi kurar.

Büyük ideallerin, Aydınlanma düşlerinin, kitlesel ütopyaların tedavülden kalktığı bir dönemin sinik X Kuşağı da, bu bağlamda kendi duyarlılıklarını görünür kılan temsilcilerini yazarlar dünyasında bulacaktı tabii ki. Bıkkın, amaçsız, popüler kültür ürünlerine yönelik saplantılı bir ilgiyle kendi ironisini oluşturan ‘inançsız’ X Kuşağını roman dünyasında en iyi kim temsil edebilir diye bir soru sorduğumuzda sayabileceğimiz isimler arasında en fazla öne çıkanı kesinlikle Chuck Palahniuk’tur. X Kuşağının kendisini şekillendiren toplumsal güçlere karşı tepkisini ifade etmekte, modern yaşamın uyumsuzluklarını radikal biçimde dillendirmekte en yetkin sesin sahibi de bizzat Chuck Palahniuk’un kendisidir. Palahniuk’un tüm romanlarında iyicil ütopyalarını yitirmiş, etik değerlerin muğlaklığının kural olduğu bir dünyada yaşayan yalnız karakterlerin özyıkımcı isyanı yetkin biçimde tasvir edilir. Postmodern anlatım teknikleri, X Kuşağı için kendi düşüncelerini anlamlandırmanın kaçınılmaz şeklidir, ve Palahniuk’un yıkıcı neşesi de kanonik roman tekniklerinin bilinçli olarak uzağında durarak sözünü parçalı ama yalın biçimde iletir.

Ukrayna kökenli bir Amerikalı olan Chuck Palahniuk, edebiyat dünyasına hayli geç adım atar aslında. Otuzlu yaşlarına kadar edebi metinler yazmaya soyunmayan Palahniuk, gazetecilik eğitiminden sonra 13 yıl boyunca Freightliner adlı şirkette montaj hattında çalışır. Öyle ki, bu yıllarda yazdığı en önemli metnin kamyonların onarımı üzerine olduğunu da önemli bir anektod olarak belirtmek yeterli mesajı verecektir. Palahniuk, Portland’ın -kenar semtlerinden bohem sanat çevrelerine kadar- her köşesine vakıf bir sevdalısıdır. ABD’nin ‘kültür-sanat merkezlerinin’ dışında, fazlasıyla içe kapalı bir kent konumunda olan Portland, bir yandan da alternatif kültürel akımlara da ev sahipliği yapar. Birbirinden ilginç projelere, müzelere, sosyal aktivizm biçimlerine mekan sağlayan Portland’ın imgesi Palahniuk’un yazma serüveninde önemli rol oynamıştır. Romanlarında yeralan, birçoğu Portland yerelinden etkileşimli karakterlerin haricinde tamamen Portland’dan esinlenerek yazdığı bir çeşit alternatif şehir rehberi işlevine sahip “Kaçaklar ve Mülteciler”(2003) adlı kitabı da bu hayranlık durumunun somut göstergelerinden biridir.

İlk edebi deneyimini oluşturan “Görünmez Canavarlar”(1996) başvurduğu bütün yayıncılar tarafından içerdiği netameli konu ve karakterler nedeniyle geri çevrilir. Bu reddediliş Palahniuk’u daha da motive eder ve edebi ‘uygunsuzluğu’nu katmerlendirerek bir yeraltı klasiği mertebesine yükselecek olan “Dövüş Kulübü”nü (1996) roman dünyasında tabiri caizse bomba gibi patlatır. “Dövüş Kulübü”, X Kuşağının öznelerinin; izolasyona varan yalnızlıklarına, her kanaldan üzerlerine pompalanan tüketim toplumu normlarına, dayatılan zorunlu çalışma kültürünün rutinlerine karşı öfkeyle kutsanmış yanıtlarını sembolize eden bir yıkım çığlığı olarak da görülebilir. Sinema uyarlaması da karanlık bir başyapıt olarak hafızalardaki yerini alan “Dövüş Kulübü”, modern endüstriyel toplumun bağrında yaratılan anarşizan bir isyanın bireysel ve kolektif gelişimine odaklanmıştır. Bu isyan, alışılageldik ‘siyaseten doğrucu’ kalıpların dışında ve onları pek de umursamadan kendi akışını oluşturuyor, roman, muazzam mottolarıyla 2000′li yılların isyancısının dilini, düşüncesini, eylemini görünür kılıyordu. “Dövüş Kulübü” erkekti, şiddet taraftarıydı, hatta bireyin kendi varlığının bilincine varmasını tahribat ve özyıkımla sağlamayı öneriyordu.

“Biz tarihin ortanca çocuklarıyız. Bizi bir gün milyoner olacağımıza, film yıldızı, rock yıldızı olacağımıza inandıran TV programlarıyla büyüdük, ama bunların hiçbirini olamayacağız. Ve bu gerçek kafamıza dank ediyor. O yüzden bize karşı dikkatli ol!” “Dövüş Kulübü”nün gizemli, cool alteregosu Tyler Durden bu cümleleri hepimizin adına haykırıyordu dünyaya. Kusursuzluk ve tamamlanmışlık vaadeden sistemin yaşam stiline Kargaşa Projesi adında bir yıkım stratejisiyle cepheden yanıt veriyordu Tyler ve ekibi. Bu isyancı kuşağı, ‘Büyük Bunalım’larını kendi yaşamlarında görmek zorunda bıraktırılmışlardan mürekkepti ve kurulu düzen tarafından dışarıda bırakılmışlıklarına yanıtı bütünsel bir tahribat yoluyla veriyorlardı; bireysel güzellik imgesi olarak kendi vücutlarına deformasyon, ofis yaşamının ritüellerine iş sabotajı, apartman konforuna anti-konformist perişanlık, cinsel doygunluk yanılsamalarına duygusuz seks, finans kapitalin mabetlerine ise patlayıcılarla yanıt üretiyorlardı. Bu tip bir isyanın politik güzergahına ancak Zen Budizmden nihilizme, anarşizmden ilkel avcı-toplayıcı yaşamın yüceltimine zengin siyasal referansların harmanlanmasıyla inşa edilen eklektik, heterojen bir ideolojik arka plan uygun düşer. Nitekim, romanın siyasal analizine yönelik arkeolojik araştırma yaptığımızda da bu akımların izlerine rastlayabiliriz.

“Dövüş Kulübü” öyle bir romandı ki, zamanla kendi yaratıcısının bile tahayyül edemeyeceği bir ‘karşı-kutsal kitap’ payesi kazanarak kültleşti. Hatta sinemaya uyarlanmış hali, Hollywood’un dolaşımına aracılık ettiği en radikal çağrıya sahipti; filmin finalinde Tyler ve Marla’nın bir binanın geniş pencerelerinden el ele izlediği sigorta şirketlerine ait gökdelenlerin havaya uçtuğu sahne, ‘tüm zamanların en yıkıcı romantizmini’ barındırma unvanına da layık bir sahne olarak hala hafızalarımızdaki yerini koruyor. Ayrıca böylesi sayısız gönderme çerçevesinde derin okumalara alan açan bir felsefeyi didaktik kavramlar yerine edebi formda ifadelendirmek de Palahniuk’un ekstra başarısı olarak okunmalıdır. Palahniuk bir yandan hiç kimsenin özel bir ‘kar tanesi’ olmadığı, hepimizin ‘uzayda turlayan bok torbaları’ olduğumuzu kabul etmemizle başlayacak bir kurtuluş projesinin sınırlarını çizerken, bir yandan da bu derdini muhteşem akıcılıkta, derin imgelerle ve hayranlık uyandıran gözlem gücüyle edebiyat alanına içkin kılmayı ustaca becermişti.

Palahniuk’un kendi kişisel deneyimleri de yapıtları içinde kullandığı bazı örnekleri içerir. Palahniuk da “Kargaşa Projesi” kadar radikal olmasa da çeşitli şakalar, eylemler örgütleyen “Portland Kakafoni Topluluğu”nun bir üyesidir; kanser, verem hastalarının dayanışma gruplarında bilfiil çalışmıştır; ailesinin üyeleri sansasyonel cinayet davalarının özneleri olmuşlardır vs vs. Yani Palahniuk yaratıcı bir enerjiyle tüm bu deneyimlerden özgün, etkili bir anlatım dili oluşturmak için zekice faydalanmayı bilmiştir.

“Dövüş Kulübü” ile bir anda ulaştığı ünle daha rahat yazma olanaklarına kavuşur, artık onun kitaplarını basmayı reddedecek yayınevi bulmak olanaksızdır kısacası. 1999′da “Gösteri Peygamberi” ile bu sefer hedef tahtasına pop kültürünü, şöhret kavramını ve medyayı yerleştirir. “Gösteri Peygamberi”nde Palahniuk, münzevi bir mezhebin toplu intiharından ‘kurtulan’ karakterimizin modern yaşamın kenarında, hizmetli olarak süren hikayesinin medya sayesinde yarı-tanrısal üne doğru pompalanmasını çarpıcı bir kara ironiyle anlatır. Egemen sosyal yükselme, sınıf atlama kalıplarını mesafeli ve sinik karakterlerin gözünden hegemonik gücünden soyundurur, pırıltılı dünyaların arkasındaki iğrenç, vasat gerçekleri sakınımsız biçimde gün yüzüne çıkarır. Bu görünür kılma sürecinde hiçbir ayrıntı atlanmaz, aksine Palahniuk’un alameti farikası durumunda olan en ince ayrıntılara özel bir değer biçme tarzı, okuyucuyu muazzam bir tatmine ulaştırır.

Bu noktada ayrıntılara önem verme meselesine özel bir parantez açmak gerekiyor. Palahniuk, her romanında akıp giden kurgu ve karakterlerin dönüşümüne paralel olarak karakterlerin meşgul oldukları işleri bir ‘el kitabı’ ciddiyetinde ayrıntılarla bezemeyi özel bir üslup haline getirmiş bir yazardır aynı zamanda. ‘Ne var ki bunda’ diye merak eden henüz Palahniuk romanları okumamış okurlar için kuyumcu titizliğinde ayrıntısı aktarılan bazı konuları sıralıyorum: Sıradan bir evde mevcut olan her çeşit malzemeden patlayıcı imal etme teknikleri, sabun yapmak için kullanılan kimyasal maddeler (Dövüş Kulübü), her çeşit zemin tipi için uygun temizleme teknikleri, çeşitli nesnelerden farklı farklı lekeleri çıkarmak için pratik yöntemler, hızlı vücut geliştirme için alınması gerekli doping maddeleri ve bu maddelerin kolay tedarik etme yolları (Gösteri Peygamberi), ünlü plastik sanatçıların yaratma sancılarına dair anekdotlar (Günce), top modellerin formlarını koruma tarzları ve kozmetik, cerrahi güzellik araçları (Görünmez Canavarlar), mastürbasyon ve cinsel fantezi dünyası (Tıkanma). Daha birçok örnekle çoğaltabileceğimiz engin bir ayrıntı deryasıdır Palahniuk romanları, tabii ‘sorumlu yazarlık ilkesi’ uyarınca bu örneklerin altını çizerken “Lütfen evinizde denemeyin” diye de ekliyoruz.

2001′de yayımladığı “Tıkanma”nın giriş cümleleri bile Palahniuk’un artık yerleşik hale gelen üslubunun, toplumsal yergisinin ipuçlarını göstermektedir: “Eğer bu kitabı okumaya niyetliyseniz vazgeçin. Kendinizi kurtarın. Televizyonda mutlaka daha iyi şeyler vardır. Burada anlattığım şeyler sizi kızdıracak. Sonra her şey daha da kötü olacak.” Lokantalarda boğulma numarası yaparak geçimini sağlayan baş karakterimiz Victor Mancini’nin kahraman, hatta Mesih olma yanılsamasını öykülerken gözden kaçırılmaması gereken en önemli şiara işaret eden müthiş bir giriştir bu. Victor’un seks bağımlılığından, radikal eylemci annesiyle ilişkisine, oradan ‘herkesin istediği heyecanlara’ uzanan “Tıkanma”, anlatım, atmosfer ve kurgu açısından bir doruk noktasıdır. Gereksiz süslemelerden, abartılardan azade ekonomik bir dil kullanımıyla nasıl derin, gelişkin hikayeler üretilebilir dersi almak isteyen herkes “Tıkanma”yı en az iki kez okumalıdır.”Tıkanma”yı elinize aldığınızda öyle etkili cümlelerle karşılaşacaksınız ki bir duygunun veya düşüncenin nasıl hem böylesine sade ve doğrudan, hem de varolanı ifadelendirmek için en yetkin biçimde kurulabileceğini hayranlıkla şahit olacaksınız. Ve has yazarlığın şahane dinamizmi karşısında şapka çıkartarak bitireceksiniz “Tıkanma”yı. (Not: “Tıkanma”nın da sinemaya uyarlandığını ve önümüzdeki aylarda gösterime gireceğini buradan müjdeleyelim.)

2002′de Palahniuk “Ninni” ile seslenir okuyucularına. Ölüm şarkısından New Age inanışlara, hayaletli evlerden materyalizmin doğasına uzanan fantastik içeriği yetkin bir yalınlıkla betimlese de “Ninni”, Palahniuk kıstasları açısından biraz zayıf kalan bir halkadır maalesef. Belli temaların ve anlatım biçimlerinin önceki romanlarından itibaren sık sık tekrarlanması sonucu artık ‘profesyonel Palahniuk okuyucusu’ “Ninni” nin gidişatını okurken tahmin edebilir duruma gelmiştir. Heyecan dozajı düşmüş, karakterlerin duygusal ritmleri diğer romanlarının fazlasıyla gölgesinde kalmış ve sonuç olarak Palahniuk açıkça tekrara düşmüştür.

Hemen “Ninni”nin akabinde 2003 yılında “Günce”yi yazar Palahniuk. Eski formuna kavuşmuş, tekrar derin sulara açılmıştır. İnsanın ezeli ölümsüzlük takıntısının ifadesi olarak sanata ürkütücü bir açıdan yaklaşan “Günce”, gerçeklikle ilgili algılarımızı altüst eder, sanatçının üretim sürecinin acıyla olan doğrudan ilişkisini çıplak biçimde anlaşılır kılar. Sanata ve sanatçılara dair hedonist fantezilerin ne kadar sığ olduğunu, bir yapıtı yaratmanın yolunun yalnızlık ve acıdan geçtiğini metaforların arkasına saklanmadan ortaya seren yetkin bir romandır “Günce”.

Chuck Palahniuk, çağımızın yaşayan, üreten yazarları içinde köktenci felsefi akımlara uygun bir edebi anlatıya sahip sayılı isimlerdendir. Varolanın karşısına güzellik ve sevgiden güç alan ütopik bir iyimserlikle dikilmeyen, değerini içinde yaşadığımız sürece dünyanın pisliklerine bulaşmış olduğumuz gerçeğinin bilincine varmaktan kaynaklanan bir ‘uyanış’tan alan metinlerdir Palahniuk’un üretimleri; karanlık, yeraltından yükselen isyanın dışavurumlarıdır Bu anlamda Deleuze’ün rizomatik direniş taktiğiyle de felsefi paralellikler kurabiliriz. Her ne kadar kendisi şu anda ABD’de bir çeşit rock starı mertebesine ulaşmış olsa da, Palahniuk ‘çokluk’un görünmez kılınanlarının eline faydalı ve zevkli bir alet çantası sunmuştur/sunmaktadır. Modernizmin klasik ikili karşıtlıklarına yaslanan arkaik anlatı geleneğine anarşinin adını koymadan en popüler anarşist darbeleri indirmektedir Palahniuk. Bu ustalıklı darbelerle interaktif bir ilişkiye geçmenin her okuyucu için gayet faydalı olacağına inanıyoruz. Özellikle “Dövüş Kulübü”, “Gösteri Peygamberi” ve “Tıkanma” kesinlikle atlanmamalı.

21 Eylül 2010 Salı

İSYANKÂR EYLEM


SASHA K.


Anarşistler için, nasıl eyleneceği ve nasıl örgütleneceği birbiriyle derinlemesine bağlantılıdır. Ve bize, varolan anarşizmin çeşitli biçimlerinin kavrayışı için en kullanışlı metotları sağlayan gelecekteki bir toplumun arzu edilen biçiminin sorgulanması değil bu iki sorudur. İsyankâr anarşizm, isyankâr anarşistler tek bir blok oluşturmasalar da, fakat kendi perspektiflerinde aşırı derecede çeşitli olmakla beraber bu biçimlerden biridir. İsyankâr anarşizm, sosyal sorunlara ideolojik bir çözüm, ideolojilerin ve fikirlerin kapitalist pazarındaki bir mal değil, arttırılması için analiz ve tartışma gerektiren kapitalizmin sürekliliğine ve devletin tahakkümüne son vermeye yöneltilmiş süregelen bir pratiktir. Tarihsel olarak, toplumun devleti arkasında bırakacak bir noktaya evirileceğine inanmış olanlar hariç çoğu anarşist, isyankâr eylemin bazı çeşitlerinin toplumun radikal olarak dönüştürülmesinin zorunlu olduğuna inanmışlardır. Daha açık söylersek, bu, devletin sömürülmüş ve dışlanmışlar tarafından yıkılması gerektiği, o yüzden anarşistler saldırmak zorundadır anlamına gelmektedir. Devletin yok olmasını beklemek yenilgidir.

Bazı isyankâr anarşistlerin bu genel problemi yaşadığını bazı saklı anlamları ayrıntılarıyla izah edeceğim: Devlet kendisi yok olmayacaksa, onun varlığına nasıl son vereceğiz? İsyankâr anarşizm esasen pratiktir ve saldırının örgütlenmesine odaklanır (isyankâr anarşistler örgütlenmeye karşı değildir fakat devlete ve sermayeye saldıran eylemleri engelleyebilen örgütlenme biçimlerinin tenkitçileridirler). O yüzden, “isyankâr” sıfatı geleceğin belirli bir modelini imlemez. Dünyayı tahakkümün ve sömürünün kurumlarından kurtarmanın isyankâr sürecinden geçsek zorunda olduğumuza inanan anarşistler, ayrıca, gelecekteki bir toplum yapısı hakkındaki fikirleri çeşitlilik gösterir—Mesela onlar anarşist komünist olur, bireyci olur veya hatta primitivist olabilirler. Bir çoğu, insanların bir şans verildiğinde kendilerini örgütlemek için çeşitli sosyal formları seçeceğine inanarak geleceğin belirli ve tekil bir model sunmayı reddederler. Onlar, kendilerini “gerçeği taşıyanlar” olarak gören ve sosyal örgütlenme problemlerine kendi ideolojik ve resmi çözümlerini empoze etmeye çalışan gruplara ve eğilimlere karşı eleştireldirler. Bunun yerine, isyankar anarşistler, bunun, insanların tahakkümün kurumları olmadan yaşamayı öğreneceği kendi kendine örgütlü mücadeleleriyle gerçekleşeceğine inanırlar.

İsyankâr anarşistler şu an dünyanın bir çok yerinde aktifken, bu makaledeki amaçlar, özellikle isyankâr anarşistlerin en aktif olduğu ülkeler olan İtalya ve Yunanistan’dakilerin eylemleri ve metinlerinden etkilenmiştir. İtalyan isyankâr anarşistleri resmi örgütlenmeler dışında mücadelelerini sürdüren resmi olmayan bir ağ olarak varolurlar. Bu eğilim; kendisini sadece kitle eylemini ve “devrimci olmayan süreçlerde” propaganda çerçevesinde şekillendiren, eğitimsel bir pratiği tercih eden ve bireysel isyan eylemlerini geçerli olarak kabul etmeyen platformist bir örgüt olan İtalyan Anarşist Federasyonu’ndan, ayrıca “anarşist” aktiviteye büyük oranda reformistçe yaklaşan İtalyan Liberter Belediyecilerinden kendini ayırmak için “isyankâr anarşist” ismini alınmıştır.

İsyankâr anarşistler tarihsel determinist değildirler; bu, onların tarihi istediğimiz şeye gidiyor olduğundan ona ayak uydurmamız gerektiğine inanmadıkları anlamına gelir. Aksine, tarih açık bir kitap ve eylemlerimize bağlı olan bir yoldur. Bu anlamda, doğru bir eylem bağlam içerisinde değil, bağlama karşı gerçekleşir. Şimdiki durumdan kurtulmak için, bizler bağlama karşı eylemeliyiz ve eylemek için tarihsel olarak belirlenmiş bir zamanı beklememeliyiz çünkü öyle bir zaman gelmeyecektir. Eylem bağlamdan kaynaklanmaz, o bağlama karşı gerçekleşir ve bir momentin imkansızlığını bir sonrakinin imkanlılığına çevirerek bağlamı tamamen değiştirir. Ve bu isyankar hadisenin kalbidir. İsyankar hadise imkanın bağlamını dönüştürdüğü için, o ayrıca insanı ve insanın sosyal ilişkilerini de dönüştürür.
Yine de, bugün, kırılmanın önünü açan isyankâr bir hadisenin ortaya çıkması için, bizler örgütlenme meselesine dikkat etmeliyiz. Anarşistler, bir ayaklanma potansiyelini ortaya çıkarmak ve geliştirmek için ne yapabileceklerse yapmak zorundadırlar.

Örgütlenmenin bazı biçimleri, devlet ve sermaye ile kalıcı bir kırılma imkânını, ayaklanmaya doğru ilerleme ve eyleme potansiyelimizi boğarlar. Mücadele edenleri tek-birleşik bir örgütlenmede sentezlemeye ve mücadeleyi temsil etmeye kalkışan kalıcı örgütlenmeler, ayaklanma potansiyelini boğma eğiliminde olan örgütlenme biçimleridirler. Bu örgütlenme biçimleri, eyleme gücümüzün esnek kombinasyonunu kısıtlayan biçimlerde mücadele edenlerin ilişkilerini resmileştirir ve katılaştırır. Yaratmak ve dönüştürmek için aktif gücümüz tek silahımızdır ve sömürülmüş ve dışlanmışların hareketi içerisindeki bu gücü kısıtlamak bizim en büyük zayıflığımızdır. Bu bizim örgütsüz olmamız gerektiği anlamına gelmez (bir imkansızlık—bizler ne kadar illegal olursa olsun her zaman bir düzeyde bir örgütlenmenin içerisindeyiz); esasen, bu örgütlenme sorusunu ortaya atar: Bizler aktif güçlerimizi geliştiren bir yol üzerinde nasıl birleşeceğiz?

1. Kalıcı örgütlenmelere karşı: Kalıcı örgütlenmeler kendi mantıklarını edinme eğilimindedirler—ayaklanmanın yerini alan bir mantık. Kalıcı örgütlenmeyi uygulamada görmek için otoriter, Leninist grupların veya solcu, eylemci örgütlenmelerin işleyişlerine bakmak yeterli. Örgütlenmenin amacı grubu inşa etmeye ve diğer herkesi toplamaya dönüşür—kalıcılık ilksel amaç haline gelir. Güç mücadelede aktif olanlardan ayrılır ve örgütlenmede kurumsal hale gelir. Örgütçü örgütlenenden ayrı hale gelir ve mücadeleyi disipline etme ve mücadele hakkında konuşma rolünü üstlenme eğilimindedir.

2. İktidar ile arabuluculuğa karşı: Örgütler daha kalıcı hale geldiği ve insan toplamak hakkında kaygılandıkları için, kendi imajları hakkında da kaygılanacaklardır ve mücadele içerisinde harekete kötü nam getiren diğerlerinin eylemlerini kısıtlamaya kalkışacaktır. Kendi örgütlerinin içindeki gücü ne kadar tayin ederlerse, o kadar doğrudan eylemleri kısıtlama ve diyalogu ve arabuluculuğu teşvik etme eğiliminde olur. Safça, onlar iktidarın masasında bir sandalye kapmak için kitlesel vücutlarının gücünü kullanmak isteyeceklerdir. Bu süreç küreselleşme karşıtı hareketi içerisinde ağır bir şekilde işleyiştedir; en büyük örgütlenmeler gittikçe artarak iktidarla
arabuluculuk yapmaya kalkışırlar. Bu ayrıca toplumda sendikaların aldığı roldür. Anarşistler için, elbette kapitalizme ve devlete bütünüyle karşı olarak, tayin edilmiş iktidar ile hiçbir diyalog olamaz. İktidardakilerin bir diyalogu başlatma hevesi kendi zayıflıklarının bir işareti olabilir ama bizim görüşmeye katılmak için aktif gücümüzü kısıtladığımız anda bu yenilgimizin başlangıcı olacaktır.

3. Resmiyet ve İllegalite: Resmi örgütlenmeler, insanları örgütçü ve örgütlünün resmi rollerine ayırırlar. Örgütçü ve örgütlülerin rolleri, elbette bizim anarşistler olarak üstesinden gelmeye çalıştığımız toplumun işleyişi için gerekli olan sosyal rolleri yansıtmaktadır. Buna ek olarak, resmi örgütlenme, kendini uygulamasından alınan karardan ayrılarak ve o nedenle eylemin otonomisini kısıtlayarak kararı eylemin kendisinin momentinden ve durumundan ayırmaya eğilimlidir. Bu eğilimlerin tümü, mücadeledekiler için hayati olan sosyal ilişkileri katılaştırır. Resmi örgütlenmeler çoğu kez, mücadeleyi tabiatında sosyalden politiğe dönüştürerek “hareketin” temsiliyeti rolünü üstlenir. İsyankâr anarşistler resmi olmayan örgütlenmeleri geliştirmekle ilgilenirler çünkü onlar, anarşistler olarak bizlerin mücadele edenlerin bir parçası olduğumuzun ve sömürülenleri, dışlanmışları politik olarak örgütlemenin üstünde mücadelelerin dışında olmadığımızın farkındadırlar.

4. Örgütlenme mücadeleden kaynaklanır, mücadele örgütlenmeden kaynaklanmaz: Çoğu resmi örgütlenme ilk olarak örgütü inşa etmeye çalışır sonra mücadeleyi veya “hareketi” örgütler. İsyankâr anarşistler bunu tersine görürler. Uyum gruplarına dayanan resmi örgütlenme mücadeleden kaynaklanır. Uyum grupları mücadelede bağlantıları yapar ve sonra çoğu kez eylemleri koordine ederler; fakat, örgütlenme düzeyi resmi bir örgütlenmenin taleplerine değil, mücadelenin seviyesine dayanır.

5. Otonom eylem ve dayanışma: İsyankâr anarşistler, hiçbir örgütlenmenin diğerlerinin eylemini disipline etmek için bir pozisyonda olmasını gerektirmediği bireyin ve uyum grubunun eylemlerinin otonom olduğunu kabul ederler. Fakat otonom eylem, mücadelede diğerleriyle devrimci dayanışma içinde eylediğimizde güçlü olur. Devrimci dayanışma aktiftir ve tahakküm yapılarıyla çatışır; bu birinin mücadelesini diğerlerinin mücadelesiyle bağlantıya sokan doğrudan eylemdir.

8 Eylül 2010 Çarşamba

ÖNCE ZİHİN



Savaş sanatlarında, tıpkı go oyununda olduğu gibi, wasa, teknik bilgi yararlıdır. Ve yaşlı bir insanda zihin ya da ruh ve teknik baskınken, genç bir insanda beden temel elemandır. Aslında en önemlisi ruhtur (shin); teknik ve beden arkadan gelir.Diğer sporlarda, özellikle Batı dünyasında, fiziksel güç önemli bir etkendir ama savaş sanatlarında böyle değildir. Güclü bir bedenle güçlü bir teknik arasındaki bir karşılaşmada teknik kazanır. Güçlü bir zihinle güçlü bir teknik arasındaki dövüşte ise kazanan taraf zihin olacak, çünkü tekniğin zayıf noktasını bulacaktır.

Efsanevi usta Miyamoto Musashi'yi görmeye gelen ve gerçek kılıç yolunu öğrenmek isteyen bir samurayı, usta huzuruna kabul eder. Samuray onun öğrencisi olduktan sonra hocasının öğrettiği şekilde odun keserek ve uzak bir gölden su taşıyarak bütün zamanını geçirdi. Bunu her gün yapmaya devam ederken haftalar haftaları, aylar ayları izledi ve sonunda üç yıl geçti. Ancak samuray devam etti ve bu süre içinde bedeni gelişip biçimlendi. Üç yılın sonunda artık sabrı tükendi ve ustasına sordu: "Bana nasıl bir eğitim veriyorsun? Buraya geldiğimden beri tek bir kılıca dokunmadım. Bütün zamanımı odun kesip su taşıyarak geçirdim. Beni eğitmeye ne zaman başlayacaksın?"

"Tamam, tamam," diye cevap verdi ustası. "Bunu istediğini kanıtladığına göre, sana gerçek tekniği öğreteceğim."

Öğrencisine dojoya gitmesini emretti. Orada öğrenci her gün sabahtan akşama kadar tatami'nin dış çevresinde yürüyecek, tek bir adımı bile atlamayacaktı. Öğrenci bir yıl boyunca tatami'nin etrafında yürüyüp durdu. Bu sürenin sonunda yine hocasına döndü: "Ben bir samurayım.Kılıç kullanmada büyük bir deneyimim var ve birçok kendo ustasıyla çalıştım. Hiçbiri senin bana yaptırdıklarını yaptırmadı. Şimdi, lütfen bana gerçek kılıç yolunu öğret."

"Pekala," dedi hocası. "Beni izle."

Usta onu dağlara çıkardı ve derin, başdöndürücü bir uçurumun üzerinde iki yarın arasına yatırılmış bir ağaç kütüğünün bulunduğu bir yere getirdi.

"Oraya," dedi usta. "Karşıya geç."

Öğrenci,hocasının ne demek istediğini anlmadı; uçuruma doğru eğildi ve korkuyla geri çekildi. Bir türlü karşıya geçmeye cesaret edemedi.

Kısa bir süre sonra aniden bir tıkırtı duydular. Öğrenci sesin geldiği tarafa doğru dönüp baktığında sopasını sallayıp oraya buraya vurarak gelen kör bir adam gördü.

Kör adam onlara hiç aldırmadan yanlarından geçti ve adımlarını hiç duraksatmadan ağacın üzerinden karşıya geçip gitti.

"Haa!" dedi samuray. "Şimdi anlamaya başladım. Kör bir adam buradan geçebildiğine göre, bunu benim de yapabilmem gerekir."

"Bir yıl boyunca tatami'nin etrafında yürüyüp durdun," dedi hocası. "O bu ağaç kütüğünden çok daha dardı. Bu yüzden şimdi buradan geçebilmen gerekir."

Öğrenci bunu anladı ve karşı tarafa geçmeyi başardı.

ZİHNİ YÖNETMEK



Bir gün bir samuray, büyük bir kendo ustası, kılıç kullanmanın sırrını keşfetmeye karar verdi. Bu, Tokugawa döneminde olan bir olaydı. Bir geceyarısı Kamukara'daki tapınağa gitti, uzun basamakları tırmanıp içeri girdi ve oranın tanrısı olan Hachiman'a saygılarını sundu. Japonya'da, Hachiman Budo'nun efendisi haline gelmiş olan büyük bir bodhisattava'dır. Samuray onun önünde saygıyla eğildi. Merdivenden geri dönerken ağaçların altında bir canavarın kendisini izlediğini hissetti. İçgüdüsel olarak kılıcına davrandı ve bir an içinde yaratığı öldürdü; fışkıran kan yerlere saçıldı. Bunu hiç düşünmeden, bilinçsizce yapmıştı.

Bodhisattava Hachiman ona kılıcın sırrını söylememişti ama bu deneyim sayesinde samuray gerçeği anlamıştı.

Sezgi ve eylem aynı anda hareket etmelidir. Budo çalışmasında bilinçli düşüncenin yeri yoktur; çünkü herşey bir anda olup biteceği için düşünmeye zaman yoktur. Kişi hareket ederken amaç ve eylem aynı anda gelmelidir. "Hah, bir canavar. Onu nasıl öldürebilirim?" diye sormak için zaman harcarsanız ya da tereddüt ederseniz, ön beyninizle düşünüyorsunuz demektir; oysa ön beyin, alt beyin ve eylem aynı anda gelmelidir. Ayın yüzeyinden yansıyan ışık yansıyıp yansımamak için düşünmez. Bu, hishiryo bilinçliliğidir.

7 Eylül 2010 Salı

ANTRENMAN




Mevcut sıcak yaz günlerinde kan ter içinde debelenirken sağda solda sık sık rastgeldiğimiz bir şarkı dikkatimizi celbetti. Söz konusu şarkının adı "Antrenman", sahibi de KAÇAK isimli bir grup. Soundlarında yaşadığımız topraklarda pek fazla rastlanmayan bir agresyon mevcut. Lirikler ise tarif edilir gibi değil doğrusu...

Biz de sözlerin cuk oturması vesilesiyle; yaşadığımız coğrafyanın, 'savaş karşıtından' sözde kolektivistine, sosyal merkezcisinden hippi özentisine tüm 'kofti anarşistlerine' bu şarkıyı armağan etmek istedik.

Link aşağıda, hep birlikte söyleyelim:

"BU DÜNYADA SİZİN GİBİLER, BİZE DÜŞMAN DEĞİL, ANTRENMANDIR!"

http://www.vidivodo.com/411675/kacak-feat-fuat-ergin-_-antrenman-hq

11 Ağustos 2010 Çarşamba

ACIYLA ARINMAK




GÖK

Çağdaş edebiyatın en yetkin, ayrıksı yazarlarından biridir Chuck Palahniuk. “Görünmez Canavarlar”dan “Tekinsiz”e, “Dövüş Kulübü”nden “Tıkanma”ya tüm romanlarında modern zamanların bireyde var ettiği uyumsuzluklara en yetkin biçimde ses kazandırmayı bilmiş, parçalı ve yalın anlatımıyla mevcut tüketim kalıplarına, geçerli kültürel kodlara nihilistik bir karşı duruşu dillendirmiştir. Palahniuk’un imgesel evreninde, reel hayatın olmazsa olmazları olarak dayatılan yaşam tarzlarının hijyenik standartlarına sadakate yer yoktur. Tam tersine, toplumsal normların iğrençlik, çirkinlik, zayıflık olarak kategorize ettiği her şeyin son noktasına kadar sahiplenilmesi söz konusudur. Bu ‘pisliklerin’ içinde var olarak, bunlara bulanarak gelişecek özyıkım içeren bir sürecin sonrasında insanlarda gelişeceğine inanılan bir çeşit aydınlanma anına dönük inanç, Palahniuk’un tüm eserlerinin ortak noktasını teşkil eder.

Palahniuk’un yarattığı karakterler fiziksel acının, dibe vurmanın karşılarına çıkardığı yeni olasılıklar yoluyla kendi göbek bağlarını kendileri keserler ve tabir-i caizse yeni, kendilerine ait bir yaşamın rotasını çizerler. Bireyin kendisine dayatılan rolleri ve görevleri bir tarafa bırakarak kendisi olabilmesinin yolu kendi bedeninin ölümlü olduğunu, çeşit çeşit acıyı gönüllü olarak üstlenerek bilince çıkarmasıdır.Birey ancak bundan sonra, melankolik bir neşeyle yeryüzünde kendi kapladığı alanın farkına varacak; özyıkımından, toplumsal kuralları ihlâl edişinden yepyeni var olma, hayatta kalma hâlleri yaratabilecektir. Bu sürecin tinsel çilecilikle özdeşleşen pek çok ortak noktası mevcuttur. Ahir zaman peygamberlerine öykünen Palahniuk’un karşı-kahramanları acının, eziyetin, pisliğin en uç noktalarına doğru yol aldıkça olgunlaşır, güçlenirler. Hatta, bu eylemler vesilesiyle metaforik açıdan ölümsüzlük mertebesine, alternatif manada azizlik konumuna ulaşırlar. Her şeyin sonu, son noktası olarak belletilen kadim ölüm kavramı, Palahniuk’un karakterlerini korkudan titretemez. Onlar ölümün sınırına yaklaştıklarında, bu sınırları gönüllü biçimde ihlâl ettiklerinde hakikaten yaşadıklarını, aldıkları nefesin anlam kazandığını bilenlerdir. Bu nedenle, işkenceye denk, aklın alamayacağı her çeşit fiziksel acı testine de balıklama dalmaktan çekinmezler. Palahniuk’un evreninde aktif veya pasif yollardan ulaşılacak içsel veya dışsal her acı, kişinin özgürleşme serüvenindeki ilk adımı teşkil eder.

Türkiye’de yeni yayımlanan “Çarpışma Partisi” romanında da Chuck Palahnuik’un kendine has temaları misliyle mevcut. Günümüzün yaşayan en büyük yazarlarından biri olan Palahniuk, ütopik iyimserliklere mesafeli tavrıyla dünyanın olanca pisliğine bulanmaktan çekinmemeyi bireysel uyanışının vazgeçilmez güzergâhı olarak belirlemiş karakterlerinin hikâyesini anlatıyor yine. Hatta, “Çarpışma Partisi”ni üstadın başyapıtı “Dövüş Kulübü”nün otobanlarda, otomobiller içinde geçeni olarak da tarif edebiliriz. Toplumsal normların, kuralların gündelik yaşamı ikiye ayırdığı bir zaman ve bağlamda geçiyor “Çarpışma Partisi”. Öğğk Casey adlı kişinin, yani kuduz mikrobunu kendi bedeninde taşıyan, bulaşıcı hastalıklar tarihinin en dehşetengiz müsebbinin ölümünün ardından onu tanıyanların tanıklıklarının dökümünden mürekkep kitap. Öğğk Casey’in çocukluğundan ölümüne (veya doğum-ölüm- yeniden doğum döngüsüne) dair aile, arkadaş, tanıdıkların kişisel aktarımlarından kurulmuş “Çarpışma Partisi”nin anlatısı.

Öğğk Casey, taşrada bir çiftlikte geçen çocukluk yıllarının ardından yerleştiği büyük şehirde Çarpışma Partilerine dahil oluyor. Çocukluğu süresince vücudunun her yanını vahşi hayvanlara gönüllü olarak ısırtarak, onlardan kaptığı çeşit çeşit bulaşıcı hastalığı kendi bünyesine içkin kılan, böylelikle kendini sınayan, yaşadığını fark eden biri Öğğk Casey. Her gününü sanki gizli bir ajandası varmışçasına yaşayan, attığı her adımın kişisel kader yolculuğunu şekillendirdiğinin farkında küçük Casey. Casey’in yaydığı kuduz mikrobunun gerek doğduğu topraklarda, gerekse de gittiği büyük şehirde oynadığı alternatif bir rol var. Kuduz, geçerli toplumsal düzenin karşısında isyancı bir reddiye sembolü konumunda. Dolayısıyla kuduz, genel manada toplumsal bir histeriye neden olurken, Casey’in yakınları, dostları ne onun saçtığı kuduz mikrobundan, ne de üstünde taşıdığı tarantula vb. hayvanlardan rahatsızlar.

Casey, insanların toplumsal düzene uyum sağlayıp sağlamadıklarına göre Gececi ve Gündüzcü olarak kodlandıkları, işe yaramaz addedilen Gececilerin sadece geceleri, örnek vatandaş Gündüzcülerin sadece gündüzleri sokaklarda olabildiği şartlarda, Gececiler için var olan yaşam anlayışını topyekûn sarsacak bir silaha sahip. Onun yaydığı kuduz mikrobu, Salyalılar diye anılan hastalığı kapmış Gececiler için verili kuralları çiğnemenin vesilesi oluyor. Gündüzcüler önce, kendilerini tecrit ederek bu salgından kurtulacaklarını sanıyorlar ama, zamanla Salyalıların safları Gündüzcülerle de dolmaya başlıyor. Kuduz salgını Gececilerden başlayıp tüm toplumu sarıyor, özenle çizilmiş kurallar, sınırlar, yasaklar anlamlarını kaybediyor. Kuduz, dışlanmış bireylerin ölümcül, dehşet içeren ve saikleri belirsiz bir başkaldırısına vesile oluyor.

Böylece, parlak ışıkların, kutsanmış kodların arkasına gizlenmiş atıklar, pislikler yeryüzüne akın ediyor ve kendi varlıklarını görünür kılıyorlar. Kitaba ismini veren Çarpışma Partileri de, belli ritüeller çerçevesinde geceleri arabalarıyla birbirlerine çarpan takımların faaliyetlerinin adı. Öğğk Casey, şehre adımını attığı anda Talihsiz Echo, Vurucu Dunyun, Zavallı Nelson, Yeşil Taylor gibi parti üyeleriyle tanışıyor ve içlerine karışıyor. Çarpışma Partileri’nin kerhen izin verilmiş alt-kültürel etkinlikleri Casey’in ‘kuduzuyla’ birleştiğinde yıkıcı bir içerik kazanıyor. Bu yolla oluşan dinamiği kimilerine göre fazlasıyla dehşet verici, sakınımsız bir dille aktarıyor Palahniuk. Hikâyesini muazzam bir üslupla serimlerken okuyucuyu yeraltının olanca kirine, pasına bulamayı da ihmal etmiyor tabii. Palahniuk, bu tür bilinçli seçimler üzerinden geliştirdiği kurgusunun yanında, olağanüstü bir ritim ve akıcılığa sahip olmayı da ustaca beceriyor, bataklıkta açan çiçekler misali şiirsel bir zarafeti de barındırıyor “Çarpışma Partisi”.

Ölüm, diriliş, tanrılaşmaya öykünme gibi alt temaları ironik, ironik olduğu kadar -alttan alta- hüzünlü bir çaresizliği de duyumsatarak hikâyesine oya gibi işliyor Palahniuk. Her satırı, her metaforu, her olay örgüsüyle okuyanları kendine hayran bırakıyor, dilindeki tatlı zehirle büyülüyor. “Çarpışma Partisi”nde de, her romanında olduğu gibi, zaman geçtikçe kaybolan, irademize rağmen elimizden kayıp giden hayatlarımıza dair öfkeli bir ağıtın uzaktan uzağa yankısını duyumsuyoruz.
“Çarpışma Partisi”ni babası Fred Leander Palahniuk’a adamış Chuck Palahniuk. Romanın mevzusunu ve Chuck Palahniuk’un babasının meşum öyküsünü bilenleri pek de şaşırtmayacaktır bu durum. Bilmeyenler için ise kısaca hatırlatalım: Chuck’ın annesiyle ayrıldıktan sonra baba Palahniuk, gazete ilanı vasıtasıyla bir kadınla tanışır ve ilişki kurar. Bu durumu öğrenen kadının eski kocası Fred Palahniuk’u silahla vurarak öldürür, sonra da cesedini yakar. Bu anekdot üzerinden altını özenle çizmek istiyoruz ki; Chuck Palahniuk, romanlarında yarattığı dünyalara, ilişkilere, kopukluklara ticari istismar gayesiyle yaklaşan yazarlardan biri kesinlikle değil. Bahsettiklerinin, mevzu ettiklerinin tinsel enerjisini, gel-gitlerini ruhunda hissettiği, söz konusu deneyimlere, acılara çok da uzak olmadığı, onun romanlarını objektif gözle okuyan her okuyucu için açık bir gerçek.

“Çarpışma Partisi”, üstadın ihmale gelmez eserlerinden biri. Hayal gücünü ve cesaretini kuşanan her okur, Chuck Palahniuk’un görünmez kılınanlara, kurumsal kültürün marjlara itelediklerine; çukurların ve lağımların rengini, özyıkıma dayalı nihilizmi, neşeli bir vurdumduymazlıkla bezeli melankoliyi içeren bir dili bahşeden romanlarına sarılmalı. “Çarpışma Partisi” de onların en ‘eğlenceli’ olanlarından biri.