19 Ocak 2009 Pazartesi

MEDENİYET DEDİĞİN TEK DİŞİ KALMIŞ CANAVAR

GÖK

İnsanların çoğu, adalet ve özgürlüğü doğanın tahakkümü üzerinden mekanik bir işleyiş geliştiren "üretimcilik" anlayışını sorgulamadan tüketim ürünlerinin daha çok haz ve konfor için üleştirilmesinde aradı. İnsanlığın total kurtuluşunun, yaşadığı doğaya üstünlük dayatan "uygar" saldırganlıktan arınmasına dayandığı görmezden gelindi.

Uygarlık, sözlük anlamıyla "bir ülke veya toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, düşünce, sanat, bilim, teknoloji ürünlerinin tamamını" tanımlayan bir sözcük. Çoğunlukla aynı anlamda kullanılagelen medeniyet ise belirli bir insan topluluğunun, belirli bir coğrafyada, belirli bir zaman aralığında ortaya koydukları değerlerle sınırlı. Dolayısıyla uygarlık kavram olarak daha kapsayıcı; insan aklının, bilim ve teknolojisinin gelişimi ve katkılarıyla tüm insanlığa mal olan evrensel değerleri içine alan derin bir havuz. İnsanlık, yeryüzünde yaşamının sürekliliğini sağladığı tarihten beri, bu yaşam sürecinin fetişleştirilmiş bir üretim motivasyonuyla daha "zengin", daha fazla "refah" içeren bir hale evrilmesi için çaba sarfetmiş, öncelik olarak kabullenmiştir. İçinde yaşadığı doğaya gün geçtikçe artan bir saldırganlıkla geliştirdiği yetkin araçlarla müdahale etmiş; barınma, karnını doyurma gibi asal ihtiyaçlarının dışında kendince tespit ettiği -daha doğrusu dayattığı- yaşam tarzını bu minvalde kurumsallaştırmıştır.

Bu yaşam tarzının en temel felsefi saiki; yeryüzünün, doğanın, içinde bulundurduğu tüm canlı ve cansız varlıklarıyla "üstün bir özneyi" temsil eden insanlığın kullanımına, iradesine amade olduğu kabulüdür. Yüzlerce yıllık kültürel gelenekler çerçevesinde farklı farklı sosyal/siyasal paradigmalara sahip insan gruplarının tümünün kendi aralarındaki çelişki barındıran çatışma noktalarına rağmen topyekun sahiplendikleri yegane argüman bu önkabulden yükselen insanmerkezcilik olmuştur. Ezilenlerin özgürlük, kurtuluş mücadelelerinin ufku da bu sınırlardan azade olamamıştır maalesef. Köleci toplumdan kapitalizme sınıf hâkimiyetinin varlığını görünür kıldığı çağların hepsinde ezilen toplumsal kolektiflerin tümünün mücadelelerinin esas meselesi toplumsal üretimin ortaya çıkardığı üretimin adil bölüşümü üzerinden şekillendi. İnsanların çoğu, adalet ve özgürlüğü doğanın tahakkümü üzerinden mekanik bir işleyiş geliştiren "üretimcilik" anlayışını sorgulamadan tüketim ürünlerinin daha çok haz ve konfor için üleştirilmesinde aradı. İnsanlığın total kurtuluşunun, yaşadığı doğaya üstünlük dayatan "uygar" saldırganlıktan arınmasına dayandığı görmezden gelindi. Var olan uygarlık kavramını/paradigmasını hedef tahtasına oturtmayan tüm özgürlükçü vaatlerin aslında sistemin içkin işleyişini toptan değiştirmediği, sınırlı reformların büyük kurtuluş programları olarak kurguladığı kültürel hegemonyanın oluşmasının bilinçlerde yol açtığı yanılsamaların hissedilebilir, gerçek bir özgürlük için yetmediği geniş kitlelerce görülemedi; tam tersine bu uğurda gözler gerçeği göremesin diye simülatif arzu piyasaları yaratıldı. Özgürlük, uygarlığın değerlerinin, gelişiminin içinde, etrafında arandı; uygarlık mirası diye vaaz edilenlerin radikal bir muhasebesi yapılamadı.

Tabii bütün bu süreç dahilinde bir yandan da eleştirel yapısökümü göze almış, yaptığı muhasebe üzerinden çıkardığı eylem dersleriyle alışılageldik uyumlu muhalefetin ötesine geçebilmiş kuramsal/ aktivist arayışlar, kendi sabırlı oluş hallerini adım adım örüyorlardı. Sanayileşmenin kökeni ve teknolojinin özü üzerine yoğunlaşan radikal eleştiri, bütün olarak uygarlığın, teknolojinin, sanayileşmenin, üretim-tüketim döngüsünün asıl düşman olduğunu cesaretle ortaya serdi. Ancak endüstri ve tarımın dışlanmasıyla, sembolik kültürün yıkılmasıyla olasılık olarak cisimleşebilecek hakiki bir kurtuluş umudu böylece isimlendirilebildi. Bu tespitlere paralel olarak böylesi bir özgürlük idealini benimseyen yeni aktivist kuşağı da kendi ilkeleri, vurguları üzerinden varlığını, eylemini görünür kıldı.

Böylelikle primitivist, uygarlık karşıtı, toptan yıkımı ve sistemin "sağduyulu" bekçileri tarafından Vandallık diye kodlanan eylemleri gururla hayata geçiren özneler reel etkilerine koşut olarak popüler kültür mecrasında da kendilerine yer buldular. Romanlarda, filmlerde yaşadığımız topraklarda mevcudiyeti ve tanınırlığı hemen hemen hiç olmasa da- bu tip eylemciler -düşünceleri kısmen çarpıtılarak, kısmen hakkı verilerek- arzı endam etmeye başladılar. Örnek olarak bakınız: "On İki Maymun" (Yönetmen: Terry Gilliam), "Dövüş Kulübü" (Yazar: Chuck Palahniuk, Yönetmen: David Fincher). Özellikle nam-ı diğer "Unabomber" olarak kamuoyunda tanınan Ted Kaczynski"nin tekno-endüstriyel dünyanın sinir merkezlerine yönelerek ABD"yi sarsan eylemciliği, anaakım sinemada "medeniyet düşmanı çılgın profesör" imgesinin genel bir anti-kahraman temsili olarak kendine yer bulmasına yol açtı.

BİRİNCİ ADIM, BİR SORUNUN VARLIĞINI KAVRAMAK

Bu bağlantı noktaları ve tematik odaklanmanın ardından esas mevzumuza gelirsek; Versus Yayınları, görece kısa sayılabilecek yayın serüveninde yukarıda bahsettiğim türde eylemcilik perspektifine istismar etmeden değinen ikinci romanı da yayımlayarak son derece kıymetli bir işe imzasını atıyor. Geçen yıl yayımladıkları "Öfke" romanı ile takdirimizi kazanan "Versus"çular" şimdi de Cassey Maddox"un "Felsefenin Öldüğü Gün" romanını yayımlayarak bir kez daha gönüllerimizi fethediyorlar.

Maddox, "Felsefenin Öldüğü Gün"de tüketim toplumunun ikonlarından yıldızı sönmeye yüz tutmuş ikinci sınıf bir sinema oyuncusunun dilinden bir uyanış öyküsünü anlatıyor. Bu uyanış süreci alışılageldik bir bilinç sıçramasına, "aydınlanma" haline dayanmıyor; tam tersine kahramanımız zorunluluk olarak önüne konulan senaryolara sadık kalarak adım adım özgürlüğün anlamını kavradığı bir sürüklenmenin sonucu vakıf oluyor bu yasak meyveye."Her zaman "neden" diye sormalısın. Bu, bir adımdır." (sf:18) Kim olduğunu, hangi amaçla hareket ettiklerini bilmediği bir eylemci grubunun kendisini kaçırmasıyla dahil olduğu sürecin son noktasına kadar özne konumunda reel bir aktörü olamıyor. Birtakım eylemlere dahil oluyor, birtakım kararların alınması aşamasında hazır bulunuyor; ancak bütün bu gelişmeler esnasında hiçbir zaman içine dahil edildiği eylemcilerin nihai hedeflerine vakıf olamıyor. "Birinci adım, bir sorunun varlığını kavramak" (sf:3)

Eylemci grubun ise bilindik siyaseten doğrucu yöntem ve tarzları yok; tehdit, şiddet, komploculuk, ahlaki tabulara yönelik öfkeli bir tepkisellik ve "İflahın Büyük Kara Kitabı" adlı ilkesel kılavuz kitaplarından mürekkep bir isyanları var. Bu isyan, uygarlığın kapsadığı tüm değerlere yönelen köktenci ve yıkıcı karakterde. Bu noktada böylesi bir isyancı duruşun; eyleme halinin somut referanslarını tarif ederken uygarlığın karşısında doğaya iyicil, masumane içkinlikler atfeden Yeşil anarşistlerden ziyade, mutlak biçimde insanlık müdahalesinden arınmış/kurtulmuş bir doğada vahşinin, ilkelin güç üzerinden ruhani kazanımları sağlayabileceğini vurgulayan Kaczyinski"ye yakınlığının altı çizilmeli. Felsefeyi öldürerek sembollerin iktidarına son vermek isteyen eylemcilerin dayanak aldıkları, güzellik ve mutluluktan ibaret bir doğa yanılsaması mevcut değil. Aynen Kaczyinski gibi gerçek doğanın güç ve kavga barındırdığını, ama bu gerçeklik halini yarattığımızda vermek zorunda olduğumuz mücadelenin bile şu an içinde yaşadığımız yabancılaşma, tahakküm ve kokuşmuşluk salgılayan uygarlık sistematiğinden, gündelik yaşamdan katbekat daha fazla bireysel huzur ve özgürlük muştuladığını içgüdüsel olarak biliyorlar.

Uygar yaşamın teknolojik kuşatmayla veya içselleştirilen alışkanlıklar yoluyla inşa ettiği kontrol sistemlerinin tümüne geri dönüşsüz bir yıkımla son vermeden özgürlüğü telaffuz etmenin absürdlüğünün bilincindeler. "Tahakküm bir polistir; bir papazdır; bir başkandır; bir silahtır; nükleer bombalardır, napalmdir."(sf:26), "Batı Uygarlığı, yaşam zamanımızın kısıtlılığını her daim görmezden gelmemizi öğretir bize." (sf: 31) Ve bütün bu kontrol düzeneklerini tam "yaralanacakları yerden" alaşağı etmenin yaratıcı biçimlerini adım adım pratiğe dökerler.

Böylesi bir ritimle dinamik biçimde ilerleyen roman finale yaklaşırken yazar Maddox, son yıllarda moda olduğu üzere okuyucuyu şaşırtmak, tabir-i caizse sol gösterip sağ vurarak nakavt etmek arzusuyla kurgusal manevralara girişiyor. (Henüz romanı okumayanlar için bu şaşırtma efektlerinin analizini yapmayacağım, ama romanın sağlam gidişatı için bu atraksiyonların tamamıyla gereksiz kaçtığının altını çizerek, bu atraksiyonların insanda hatırı sayılır bir dejavu eşliğinde Fincher"ın "The Game" filmini çağrıştırdığını vurgulamakla yetineceğim.)

Casey Maddox, radikal bir altmetni cüretli biçimde ifadelendiren, heyecan dozajını yeterli seviyede tutabilen iyi bir romana imza atmış "Felsefenin Öldüğü Gün"le. Ancak romanı okurken yazarın belirgin biçimde Chuck Palahniuk"un etkisinde kaldığı da açıkça görülüyor. Kurgu, karakterler, anlatıcının konumu ve betimlemeleri, metnin ritmi bir Palahniuk romanı okuyormuşsunuz havası yaratıyor.(Yazarın kendisi de romanın içinde Palahniuk"un "Gösteri Peygamberi" kitabına açıkça atıfta bulunuyor nitekim.)Hatta, şahsen kitabı okurken ciddi ciddi bunun Palahniuk"un mahlasla yazdığı bir roman olduğu düşüncesine kapıldığımı itiraf etmem gerekiyor. Her ne kadar kitabının kendi özgün üslubunu barındırmaması yeni bir romancı için bir dezavantaj teşkil etse de, gerek içerdiği netameli meselelere sert ve radikal yaklaşımı, gerekse de Palahniuk gibi "x kuşağının yıkım peygamberi" statüsündeki muazzam bir ismin üretimleriyle yan yana anılmasının özel onuru sebebiyle "Felsefenin Öldüğü Gün" mutlaka okunmalı. Uygarlığın mezartaşını yaratmaya soyunan bir yazar ve eseri en azından saygın bir ilgiyi hak ediyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder