6 Ağustos 2012 Pazartesi

AYNAYA DA, GÖLGEYE DE HAYIR!




GÖK

(Bu metin, Atina’da Aleksi’nin polis tarafından katledilmesinin ardından patlak veren isyanı ve bu kitlesel kabarış sırasında yöntemleri, taktikleri ve militanlıklarıyla öne çıkan İsyankâr Anarşistleri küçümsemeye kalkan, kendi konformist önyargılarını söz konusu isyana enjekte etmeye soyunan “anarşist”lik iddiasındaki liberal sivil toplumculara hitaben yazılmıştır. O güruh, söz konusu tarihlerde birtakım mail gruplarında Yunanistan’daki İsyankâr Anarşistlere akıl vermekle, plan, program önermekle meşguldü! Hafızaları tazelemek açısından tekrar paylaşıma sunuyoruz.)

Davranış kodlarını, erdem olarak nitelenen hal ve tavırları belirleyen bir değerler skalası, her tarihsel dönemin kendi ruhsal ikliminde şekillenir. Kültürel, sosyal alışkanlıklar, kavramlara yüklenen anlamlar, gündelik hayatın içinde alınan pozisyonlar çerçevesinde güncel kabul gören davranış biçimlerinin, hatta politik duruşların, politika yapma tarzlarının tümünü içine alan bir genel kapsayıcı etik dizge ortaya çıkarır her tarihsel konjonktürde. Böylelikle, egemen siyaset ve kurumlar kadar onlara karşıtlık üzerinden kendini tarif eden, kuran öznelerde de bazı politik pozisyonların, duruşların, davranış biçimlerinin ‘moda’ olması, bazı değerlerin ise ‘demode’ olarak tasnif edilerek terk edilmesi alışıldık bir durumdur. Tabii, bu moda değerlerin Aydınlanmacı ilerleme paradigması dahilinde her takvim atımında güzele, iyiye doğru yapılanmadığını da vurgulamak lazım. Rasyonel düşünce geleneğinin ‘tarihin tekerleğinin ileriye doğru dönmesi gerektiği’ tezi çoktan miladını doldurmuş bir iyimserliğe tekabül etmekle kalmıyor, artık düpedüz –felsefi tabiatı gereği- kurulu sistemlerin ideolojik cephaneliğinde kullanılıyor. Modernizmin araçsal aklı, bizatihi tekno-endüstriyel toplumsal normların, dayatılan sembolik kültürün has elementlerinden biri olmayı sürdürüyor.

Bireyin iradesini hapsederek, onu boyunduruk altına almaya hizmet eden tarihçiler, sosyologlar, siyaset analizcileri ise iktidarın, kurulu sistemin en işlevli ahmakları kategorisini oluşturuyorlar. Velhasıl kelam, dünyaya iktidarın gözleriyle bakmak için sıraya girmiş sayısız kurumsallaşmış sektör, iktidarın diliyle konuşmayı alışkanlık haline getirmiş yüzlerce ‘entelektüel’ vasıtasıyla kendi hegemonyasını hâkim kılmayı başarıyor. Bu hegemonya, o kadar yaygın ve gelişkin ki, yalnızca sistemin değerlerinin zerk edileceği ‘sıradan insanlar’ diye kategorize edilen toplumun genel çoğunluğunu etkisi altına kalmakla kalmıyor, aynı zamanda sisteme yönelik şu ya da bu muhalif karakteri benimseyen öznelerin, grupların ekseriyetini de kendi diline, kavramlarına hapsediyor. Günümüzde sistem karşıtlarının, muhalefetin ezici çoğunluğunun dilinin haznesi, kavramsal kapasitesi tekno-endüstriyel sistemin hegemonik boyunduruğu altındadır. Bu tür yaygın muhalefetin söylemleri, alternatif önerileri, politika yapma biçimleri tamamıyla sistemin sunduğu gösteri alanının dengelenmesine yarayan terazinin diğer ağırlık merkezini teşkil eder; terazideki ağırlıkların sınırlarını belirlemek de sistem egemenlerine kaldığı müddetçe de – ki aynı dilin, aynı çerçevelerin içinden konuşulduğu sürece bu erk hep egemenlerin olacaktır – muhalif konumlanmanın özünde iktidarın aynadaki tersten tezahürü olma durumu devam edecektir. 

Bu düzlemde şekillenen bir muhalefet söylemi, kavramsal ifade yeteneğini tamamen sistemin kodlarına teslim etmek zorundadır. Nitekim, küresel planda gelişen itirazın pozitif, olmazsa olmaz değerler atfettiği birçok şiarın aslında düpedüz sistem aklına içkin olduğunu görmemek imkansız. Yeryüzünün her köşesinde itirazın, isyanın diline ket vurulma süreci başarıyla noktalanmış bulunuyor. Artık isyancılar – daha doğrusu kendini o konumda varsayanlar- güya ezilenleri, mağdur konumda olan kesimleri ayrımcılığın tahakkümcü söyleminden korumak  adına benimsenmiş ‘siyaseten doğruculuk’ terminolojisinin steril ikliminden kendilerini, önerilerini tarif ediyorlar. Siyaseten doğruculuk denen genel kabul, bir çeşit ‘Demokles’in kılıcı’ misali her türlü hakiki yıkıcı eleştirinin, eylemin karşısında sistemin reel güçlerinden önce birincil barikat olma özelliğine sahip. Ancak bu ‘dost’ barikatına takılmadan geçebilen isyancılar, sistemin ideolojik/kültürel/fiziki güçleriyle hesaplaşabilme şansına nail olabiliyor. Siyaseten doğrucu tavrın zayıf noktası, psikolojide ‘nevrotik zorlama’ diye adlandırılan zayıflıkla aynıdır. Yani asıl sorun siyaseten doğrucu tavrın çok köktenci olmaması, yeterince karşıtlık barındırmamasıdır. Siyaseten doğruculuk ilk bakışta cinsiyetçi ve ırkçı olan her şeyin reddini, cinsiyetçilik ve ırkçılık izlerini açığa çıkarmaya yönelik sürekli bir çabayı içerirmiş gibi görünür. Ancak bu çabaların özünde son kertede, siyaseten doğruculuk sisteme dair temel gerçekten kopamamanın tül bir perdeyle kamufle edilmesidir. Bu bağlamda da siyaseten doğruculuk tavrı, radikalizmle herhangi bir bağlantısı olmayan, hatta hakiki radikallerin önüne set çekmekte mahir bir liberal ideolojik zırha denk düşer. Bu dil ve tavırla kendini var eden her akımın hepsinin birden ortak keseni ise koyu bir liberalizmdir. 

 Siyaseten doğruculuk adına ‘beyaz’laşmış, steril ve sistem tarafından muhatap alınabilir ‘akıllı, uslu’ muhalefetin eleştirisinin yöneldiği kesimler, bu terminolojiyi ve ön kabulleri tanımayan hakiki radikaller olmuştur her zaman. Yeryüzünün herhangi bir köşesinde isyan eden, egemenlere başkaldıran birileri hasıl olduğunda,  bu özneler iktidarla mücadeleye girişmeden önce siyaseten doğrucu liberal muktedirlerin ideolojik saldırılarını ekarte etmek zorunda kalmışlardır/kalıyorlar. Bu kesimler, isyancı özneleri ‘cahil, sorumsuz serseriler’ olarak kodlamaktan özel bir zevk almaktalar.   

Barış, şiddet, isyan vs. gibi birçok başlık altında sistemle örtüşen hâkim Beyaz dilin dışavurumlarını sıralayabilir, tahlil edebiliriz. Söz konusu perspektifin asıl zaaflı damarını gündem üzerinden tanımlamaya  gerek yok aslında. Tüm renklerden ve çeşitlerden Beyaz muhalefetin ortak kesişim noktası, tahakkümün baskıcı uygulamalarına yönelik bireyin içinde alev alev yükselen öfkenin kudretli enerjisini ‘akılcı’ araçlarla söndürmeye, ehlileştirmeye odaklanmasıdır asıl olarak. Bu yangın söndürücülüğün bahanesi dönem dönem barışcılık, şiddet karşıtlığı, ırkçılığa meydan vermemek gibi niyetlerle tezahür edebilir. Bu tür bir maskeleme girişimlerine ve bu dilin tekno-endüstriyel sisteme içkin yapısal özelliklerine karşı uyanık olmak da en az iktidara tavır almak kadar önemlidir, ihmal edilmemelidir. 

Sonuç olarak, Borges’in “ayna varsa gölge de vardır.” cümlesini New Model Army’nin şarkısında olduğu gibi “ aynaya da, gölgeye de hayır!” eklentisiyle tamamlamak tüm isyancıların boynunun borcudur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder