31 Mart 2011 Perşembe

HASTALIK VE KAPİTALİZM


ALFREDO BONANNO

Hastalık, yani örneğin organizmanın işleyişinin bozukluğu, insanlığa özel bir durum değil. Hayvanlar da hasta oluyor, ve eşyalarda kendi işleyişlerinde kusurlu olabiliyorlar. Anormallik olarak hastalık fikri, sağlık bilimi tarafından üretilmiş klasik bir fikir.

Hastalığa cevap olarak, çoğunlukla bugün sağlığı domine eden pozitivist ideolojiye, tedaviden dolayı teşekkür edilir, bu aynı zamanda özel olarak seçilmiş pratiklerin, dışardan müdahalesiyle sunulan normallik fikrinin ve koşullarının oluşturulması demek.

Buna rağmen, hastalığın nedenlerine dair araştırmaların, her zaman bilimsel olarak ihtiyaç duyulan ve inşaa edilmek istenilen normallikle paralel olduğunu düşünmek hatalı olabilir. Tamamiyle fantastik olan zamanlarda, şifacılar yüzyıllar boyunca hastalıkların araştırılmasında el ele gitmediler. Şifacıların, özellikle doğa güçlerinin deneysel bilgisinin temel olduğu, kendi mantıkları vardı.

Daha yakın zamanlarda, bilimin sekterliği eleştirisi, -sağlığı da içererek-, kendisini insanlığın bütünselliği fikri üzerine yerleştirdi; çeşitli doğal elementlerden varoluşlar yaratıldı -entelektüel, ekonomik, sosyal, kültürel, politik ve diğerleri. Marksizm’in materyalist ve diyalektik hipotezlerinin kendisini yerleştirdiği yer, işte bu yeni perspektifin içinde. Farklı olarak bütünlüğü yeniden tanımladı, gerçek insan artık eski pozitivizmin alışık olduğu farklı bölümlere ayrılmadı, Marksistler tarafından tek yollu determinizme dahil edildi. Hastalığın nedeni olarak; insanlığı iş ile yabancılaştıran, doğa ve “normallik” ile ilişkilerini bozan koşullara maruz bırakmasından ötürü yalnızca kapitalizmi suçladı, bu hastalığın diğer tarafıydı .

Bizim fikrimize göre hastalık, ne pozitivist tezlerin söylediği organizmanın hatalı işleyişinin sonucu, ne de Marksist bir tezde ifade edildiği gibi, her şeyin kapitalizmin kabahati olduğu fikri yeterli değil.

Olan bitenler bu fikirlerden biraz daha karmaşık.

Basitçe, özgürleşmiş bir toplulukta artık hastalık gibi şeylerin olmayacağını söyleyemeyiz. Ne de, bu mutlu buluşmada, hastalığın kendisini hala keşfedilebilen basit ve önemsiz bir güce düşüreceğini söyleyebiliriz. Hastalığın, insanlığın topluluk içindeki varoluşunun bir parçası olduğunu söyleyebiliriz, örneğin; doğanın ideal durumlarının biraz düzeltilerek, yapay en özgür toplulukları yaratmak için bile kesinlikle gerekli olan karşılığının ödenmesidir.

Kuşkusuz, özgür bir topluluktaki hastalığın devam eden artışı bireyler arasında kesinlikle zorunlu olarak azalacak ve sömürü temelli, şimdi yaşadığımız gibi bir topluluğunkiyle karşılaştırılamayabilir. Bu yüzden hastalığa karşı mücadele sınıf çatışmasının ayrılmaz bir parçasıdır. Hastalığın kapitalizm tarafından var edildiği çok büyük bir iddia olurdu -bu determinist ve kabul edilemez bir yorum olurdu-,ama bununla birlikte daha özgürlükçü bir topluluk daha farklı olabilir. Hastalığın olumsuzluğunda bile yaşama, insan olmaya daha yakın olabilir. Yani; şimdiki, bugünün dehşete düşürücü insan dışılığının bir ifadesi olan hastalık, insanlığımızın bir ifadesi olabilir. Bu yüzdendir ki, “hastalığı silaha dönüştürmek” gibi özetlenebilecek olan az çok basit önermeleri ilgiyi hak etmelerine ve özellikle bir dereceye kadar akıl hastalığıyla ilgili olmasına rağmen, hiç kabul etmedik. Hastaya, sadece sınıf düşmanlarıyla mücadele temelli bir tedaviyi önermek gerçekten mümkün değil. Böyle bir basitleştirme absürd olurdu. Hastalık aynı zamanda zarar görme, acı çekme, çelişki, belirsizlik, kuşku, yalnızlık anlamına geliyor ve bu olumsuz etkenler kendisini sadece bedenle sınırlamıyor onunla birlikte bilince ve arzuya da saldırıyor. Bu gibi temellerle bir mücadele programı hazırlamak oldukça gerçekdışı ve korkunç bir şekilde insanlık dışı olabilirdi.

Ancak, eğer hasta onu hem nedenleriyle hem de etkileriyle anlarsa bir silaha dönüşebilir. Hastalığımın dışsal nedenlerini anlamak benim için önemli olabilir: kapitalistler ve sömürücüler, devlet ve kapitalizm. Ama bu yeterli değil. Aynı zamanda, HASTALIĞIMLA ilişkime açıklık kazandırmam gerekli ki, hastalığım sadece zarar görme, acı ve ölüm olmayabilir. Aynı zamanda kendimi ve başkalarını daha iyi anlama, beni çevreleyen gerçekliğin ne olduğu ve onu dönüştürmek için ne yapılması gerektiğini ve devrimci çıkış yollarını daha iyi kavramam anlamına da gelebilir.

Geçmişte bu konuda Marksist yorumların anlaşılabilirliğinin eksikliğinden dolayı hatalar yapıldı. Bu hatalar, hastalık ve kapitalizm arasında DOĞRUDAN bir bağlantı kurulması gerektiği iddiasından dolayıydı. Bugün bu ilişkinin DOLAYLI olması gerektiğini düşünüyoruz, örneğin; hastalığın genel bir anormallik durumu olarak değil, hastalığımın benim hayatımın bir parçası olduğunun, BENİM NORMALLİĞİMİN bir unsuru olduğunun farkına vararak.

Ve sonra, mücadele bu hastalığa karşı. Tüm mücadeleler zaferle sonlanmasa bile.

ANARŞİSTLER VE EYLEM


ALFREDO BONANNO

Anarşistler, sayıların köleleri değildir, sınıf çatışması kitle içinde düşük seviyelerde olduğunda bile iktidara karşı eyleme devam ederler. Anarşist eylem, o yüzden, tüm ezilen sınıfın mücadelede baştan sona büyük ve tek bir örgütün içinde hareket etmesini savunmayı ve örgütlemeyi amaçlamamalıdır, ancak mücadelenin yegane yönlerini saptamalı ve eylemleri kendi saldırı kararlarına göre yerine getirmelidir.

Anarşistlerin şayet tek bir değişmez özelliği varsa o da kendi cesaretlerini sınıf mücadelesinin zorluklarına göre kırmamaları veya iktidarın vaatlerine kanmamalarıdır.

İktidara teslim olmuş bir anarşist bulmak her zaman zor, çoğu kez de imkansız olacaktır. Bu, işkence veya fiziksel acının bir sonucu olarak gerçekleşebilir, ancak uzun süreli baskı veya cesaretin yitirilmesi ile asla değil. Anarşistleri vazgeçmekten alıkoyan, tarihlerindeki en kötü anlarda bile onları iyimser yapan bir şey vardır. Bu, onlara geçmişteki hatalara dönmeyi değil, mücadele içinde daha ilerisini görme yetisini kazandırır.

Bir anarşistin devrimci çabası, asla yalnızca kitlenin harekete geçirilmesi değildir, diğer taraftan, belirli metotların kullanımı daha sonraki belirli bir zamanda mevcut koşullara tâbi hale gelecektir.

Kitle ile ilişki, gidişatı sürdürmek zorunda olarak ve sömürenlerin saldırısına karşı direnişin büyümesine dayanan bir şey olarak yapılandırılamaz. Bu, şüphesiz saldırıdan kaynaklanan ve artçı bir ilişki olmayan daha indirgenmiş spesifik bir boyuta sahip olmak zorundadır.

Önereceğimiz örgütsel yapılar, zamanda ve mekanda sınırlıdır. Bunlar kısa sürede erişilen basit birliksel biçimlerdir, başka bir deyişle, amaçları: tüm ezilen sınıfın mücadelede başından sonuna tek ve büyük bir organizasyonda örgütlenmesi ve savunu yapması değildir. Mücadelenin tek bir yönünü saptayan ve kendi saldırı kararına göre mücadeleyi sürdüren, daha indirgenmiş bir boyuta sahip olmalıdırlar. İdeoloji ile bastırılmamalı ancak herkes tarafından paylaşılabilecek olan temel unsurları içermelidirler: mücadelenin öz-yönetimi, sürekli çatışma durumu, sınıf düşmanına saldırı.

Anarşist azınlık ve kitle arasındaki ilişki(nin önemi) için bu yola işaret eden en az iki faktör: sermaye tarafından üretilen sınıf sektörelliği ve bireylerin, kolektif mücadelesinin belirli biçimlerinden aldığı acizlik hissinin yayılması.

Sömürüye karşı güçlü bir mücadele arzusu mevcuttur ve hala bu mücadelenin somut bir şekilde ifade edildiği yerler var. Pratikte eylem modelleri istenilen sonuca ulaşıyor ve hala bu doğrultuda yapılacak çok şey var.

Kapitalist iktidarın muazzam yapısına karşı yapılan küçük eylemler her zaman önemsiz ve anlamsız olmakla eleştirilmektedir. Ancak, diğerlerinin kolaylıkla tekrarlayabileceği bu küçük eylemleri yaymak yerine niceliğe dayanan bir ilişkiyle karşı çıkarak düzeltmeye kalkışmak bir hata olacaktır.

Çatışma, düşmanın konsensüsü sürdürmek için sürekli değiştirdiği büyük kompleks yapısından dolayı kesinlikle önemlidir. Bu konsensüs, her düzeyde işleyen sosyal ilişkilerin oluşturduğu iyi bir ağa dayanır. Daha küçük rahatsızlıklar, bu ağa, eylemin kendi sınırlarının çok ötesinde zarar verir. Bu, onun imajına, programına, sosyal barış ve istikrarsız politik dengeyi üreten mekanizmalarına zarar verir.

Çok az sayıda yoldaş tarafından yapılan her ufak eylem, adeta büyük bir alt üst etme, yıkım eylemidir. Bir referans noktası olarak bir sembolden fazlasına dönüşmeyen eylemler, çoğu kez mikroskopik boyutların çok ötesine geçer.

İşte bu, çoğu zaman isyan olarak konuştuğumuz şeydir. Bizler mücadelemizi, isyan koşullarının ortaya çıkabileceği ve gizli çatışmanın gelişip öne taşınabileceği bir biçimde inşa etmeye başlayabiliriz. Bu şekilde, anarşist azınlık ve mücadelenin gelişebileceği belirli bir durum arasında bir bağlantı kurulmuş olur.

Birçok yoldaşın bu fikirleri paylaşmadığını biliyoruz. Bazıları bizi analitik olarak eski moda olmakla suçlamakta, bazıları ise özellikle de elektronik ortamda, artık isyandan bahsetmenin mümkün olmadığını iddia ederek, sınırlanmış mücadelenin sadece iktidarın amaçlarına hizmet ettiğini göremezler.

Ancak bizler azimliyiz. Bugün hala isyan etmemizin mümkün olduğuna inanıyoruz, bilgisayar çağında bile.

Canavarı bir iğne ile delip geçmek hala mümkündür. Ancak basmakalıp büyük kitle mücadeleleri hayallerinden ve her şeye egemen olacak, her şeyi kontrol edecek bir hareketin sonsuz büyümesi fikrinden vazgeçmek zorundayız. Gerçeği hayalimizdeki gibi değil, olduğu gibi değerlendirmeliyiz. Bir durumla karşılaştığımızda bizi çevreleyen gerçekliği yansıtan ve kendimize, ona karşı eylemek için gerekli araçları sağladığımız sınıf çatışması konusunda net bir fikre sahip olmak zorundayız.

Anarşistler olarak bizlerin, büyük bir önem ve devrim kabilinden anlamlılık taşıyan müdahale ve fikir modellerimiz var, ancak onlar kendileri adına konuşmaz. Şipşak anlaşılır değiller, bu yüzden bunları eyleme dökmek zorundayız, çünkü onları basitçe açıklamak yeterli değildir.

Kendimize mücadele için gerekli araçları sağlama çabası, fikirlerimizi berraklaştırmamıza yardımcı olmalıdır, hem kendimiz hem de bizimle bağlantı kuranlar için. Kendisini yalnız karşı-bilgi, ihtilaf ve ilkelerin açıklanmasıyla kısıtlayan indirgenmiş araçlar fikri, şüphesiz yetersizdir. Bunun ötesine geçmek zorundayız ve üç biçimde çalışmalıyız: kitle ile temas (açıklık ve mücadelenin kesin gereksinimleriyle sınırlanmışlıkla); devrimci hareket içerisinde eylem (daha önce bahsedilen kişisel eğilim); spesifik örgütlenmenin inşası (hem kitle içinde çalışmak hem de devrimci hareket içerisinde eylem için işlevsel).

Ve bu doğrultuda çok çaba sarf etmemiz gerekiyor.

<!--[if gte mso 9]> Normal 0 false false false EN-US X-NONE X-NONE MicrosoftInternetExplorer4

22 Mart 2011 Salı

KEDİNİN SAVAŞ SANATLARI MECLİSİ


TASİEN DESHİMARU

İki yüz yıl önce Meiji restorasyonundan önce Japonya’da Shoken adında, evi dev bir farenin barınağı olmuş bir Kendo ustası vardı. Bu farklı bir kedi-fare hikâyesidir ve adı “Kedinin Savaş Sanatları Meclisi”dir.

Her gece fare eve geliyor ve Shoken’i uyutmuyordu. Bu yüzden samuray gündüz uyumak zorunda kalıyordu. Kedi eğiticisi olan bir arkadaşından yardım istedi; “Bana en iyi kedini ödünç ver,” dedi.

Arkadaşı ona bir sokak kedisi verdi. Bu kedi olağanüstü hızlıydı, mükemmel kasları vardı, pençeleri iri ve güçlüydü; yani tam bir fare avcısıydı. Ama Shoken’in evinde farenin direnci ve öfkesiyle karşılaştığında kuyruğunu kıstırıp kaçmaktan başka bir şey yapamadı. Bu kesinlikle farenin özel olduğunu gösteriyordu.

Bunun üzerine Shoken ikinci bir kedi aldı. Bu kedi gösterişliydi, muhteşem bir chi’ye sahip, saldırgan bir hayvandı. Bu kedi kaçmadı ve fareyle müthiş bir kavgaya girişti; ama fare yine üstün geldi ve kedi yine hızla kaçmak zorunda kaldı.

Üçüncü kedi, sinsi davranarak fareye tuzak kurdu-bu siyah beyaz bir kediydi- ama o da öncekiler gibi başarılı olamadı.

Shoken vazgeçmeyerek bir kedi daha aldı. Bu siyah, yaşlı bir kediydi ama aptal değildi. Ancak öncekiler gibi üstün bir gücü yoktu. Odaya girdi. Fare bir süre ona baktı, sonra ileri doğru hareket etti. Siyah kedi hiçbir tepki vermeden son derece sakin ve ağırbaşlı bir tavırla olduğu yerde oturdu. Hiç hareket etmiyordu. Fare küçük bir şüpheye kapıldı. Yavaş yavaş yaklaştı, biraz korkuyordu. Kedi aniden harekete geçerek onu ensesinden yakalayıp öldürdü ve bir kenara fırlattı.

Shoken arkadaşına giderek şöyle dedi: “Bu fareyi tahta kılıcımla defalarca izledim, ama her seferinde ben onu yaralayacağım yerde o beni tırmalayıp kaçtı. Siyah kedi onu öldürmeyi nasıl başardı?”

Arkadaşı şöyle yanıt verdi: “Yapmamız gereken kedileri meclise çağırıp onlara sormak. Bir Kendo ustası olduğuna göre, soruları sen sor; savaş sanatlarını kesinlikle anladıklarından eminim.”

Bunun üzerine kediler toplandı ve toplantının yöneticiliğini en yaşlıları olan siyah kedi üstlendi. Sokak kedisi ortaya çıktı ve şöyle dedi: “Ben güçlü ve hızlıyım.”

Siyah kedi sordu: “Peki o zaman neden kazanamadın?”

Sokak kedisi cevap verdi: “Gerçekten de, çok güçlüyüm; fareleri öldürmek için yüzlerce yöntem bilirim. Pençelerim iri, kaslarım esnektir. Ama o sıradan bir fare değildi.”

Siyah kedi: “O halde tekniklerin ve gücün o tür farelerle başa çıkmaya yetmiyor. Belki güçlü kaslara ve wasa’ya sahipsin ama yetenek tek başına bir şey ifade etmez. Asla!”

Bu kez gösterişli kedi söz aldı: “Ben çok daha güçlüyüm; sürekli olarak chi’mi geliştiriyorum ve düzenli olarak zazen sayesinde nefes tekniği çalışıyorum. Sürekli olarak sebze ve pirinç çorbası yiyorum, bu kadar enerjiye sahip olmamın nedeni bu. Ama ben de o fareyi yenemedim. Neden?”

Siyah kedi cevap verdi: Enerjin gerçekten de çok fazla ama o fare senin enerjinin çok ötesindeydi; sen ondan zayıf kaldın. Sahip olduğun chi ile gurur duyarsan, bu senin zayıf noktan haline gelir. Chi sadece anlık bir olaydır ve o geçtiğinde geriye sadece öfkeli bir kedi kalır. Senin sahip olduğun chi musluktan akan su gibi düşünülebilir; ama o fareninki pınar gibiydi ve bu yüzden senden güçlüydü. Güçlü bir chi’ye sahip olsan bile, aslında o zayıf, çünkü kendine aşırı güveniyorsun.”

Ardından siyah beyaz kedi söz aldı. Öncekiler kadar güçlü değildi ama zekiydi. Bütün zamanını zazen çalışarak geçirmiş, teknikleri öğrenmiş ve satori’ye ulaşmıştı. Mushotoku’dan ise yoksundu ve o da sonunda canını kurtarmak için kaçmak zorunda kalmıştı.

Siyah kedi ona şöyle dedi: “Olağanüstü zekisin ve güçlüsün de. Ama bir hedefin vardı ve farenin içgüdüsü seninkinden etkiliydi. Sen daha odaya girdiğin anda senin tutumunu ve zihinsel durumunu anladı ve sana kazanma fırsatı tanımadı. Gücün, tekniğin ve aktif bilincin arasındaki dengeyi kuramadın; birleşip bir bütün haline gelmek yerine hepsi birbirinden kopuk kaldı. Öte yandan ben, hepsini bir anda, doğal, bilinçsiz ve kendiliğinden bir biçimde kullandım, bu şekilde onu öldürebildim. Zazen’de duruşun, nefesin, bilincin ve tekniğin ötesine geçersiniz.”

SARSILMAZ BİLGELİK



TAİSEN DESHİMARU

Başlangıçta, savaş sanatları bir insan öldürme yöntemiydi. Japon kılıcı, tachi, uzun bir kılıçtır; ama tachi aynı zamanda “kesmek” demektir. Kendo kelimesinde ken, tachi gibi hem “kılıç” hem de kesmek anlamına gelir; bu yüzden Kendo’nun anlamı “kesme yolu”dur. Japonya’da kılıç dövüşü tarih öncesi zamanlara kadar uzanır, ama gerçek Kendo kültürü 1346’da başlamıştır, daha sonra 1348’de Shinkage tarafından izlenmiştir.

Başlangıçta samuray özel güçlere sahip olmak istiyordu; vurucu, unutulmaz, önemli ve sihirli güçlere! Yanmadan alevlerin içinden geçebilmek, üzerlerine kaya düşse bile hasar görmemek istiyorlardı. Bu yüzden zihinlerini bu tür doğaüstü güçlere sahip olabilecekleri biçimde eğittiler.

Daha sonra Zen’in etkisine girdiler. Örneğin, Japonya’nın en büyük kılıç ustası olan Miyamoto Musashi, aynı zamanda büyük bir bilgeydi. Şöyle derdi: “Kişi Tanrı’ya ve Buda’ya saygı duymalı ama varoluşunu onlara dayandırmamalıdır.”

O sıralarda kişinin düşmanlarını ikiye bölmeyi öğrenmesi, aynı zamanda zihnini bölmeyi öğrenmesi anlamına geldi; yani bir karar verme, çözümleme ve kararlılık yolu. Bu gerçek Japon Kendo’su, gerçek Budo’ydu. Güç ve zafer kararlılıktan doğar. Kişi, birçoklarının durduğu seviyenin ötesine geçer, çelişkiyi çözer, bunu ruhsal bir gelişmeye dönüştürür. Samurayların yüksek bir yaşam görüşü vardır.

19 Mart 2011 Cumartesi

ZAYIFLIĞIN ZORBALIĞI


JAVIERA HERNANDEZ
Bugün her yerde zayıflıkla karşılaşıyoruz. Zayıfız ya da sanki farklı görünmekten korktuğumuz için böyle davranıyoruz.

Artık kendine güvenmek; kendisi ya da başkaları veya başka şeyler hakkında bilgi sahibi olmak modaya uygun değil. Eski moda, çoğu zaman da zevksizlik olarak görülüyor. Artık birşeyleri iyi yapmak için çaba harcamıyoruz ve bununla demek istediğim yapmayı seçtiğimiz şeylerin hiç bir maliyeti olmaması gerektiğine inanıyoruz. Mantığa aykırı ve üstünkörü bir şekilde, ayrıntılara dikkat göstermeden yapıyoruz. Elbette bu zayıflıkla tamamen övünmüyoruz, ama bunu arkasına gizlenecek bir tür siper olarak kullanıyoruz.

Böylece hızla yayılan bu yeni mitin köleleri haline geliyoruz. Burada yapmak istediğimiz -zayıflığın kılık değiştirmiş halinden başka bir şey olamayan- “iktidar” hakkında konuşmak değil, fakat daha ziyade bu durumu açıklığa kavuşturmaktır. Bu, değerlerin tahrip edilmesi ve hem yaşamak hem de düşmanlarımıza saldırmak üzere elde etmememiz gereken araçların çarpıtılması meselesidir. Bugünün hâkim modeli kaybedendir; vazgeçmek, mücadeleyi terk etmek ya da sadece hız kesmektir. Bu eğilimin sürmesini görmekte iktidar yapısı her türlü çıkara sahiptir. Neredeyse hiç bir surette düşünmüyor ve yetersiz akıl yürütüyoruz, çeşitli bilgilendirme kanallarından çıkan mesajlara pasif bir şekilde boyun eğiyoruz. Tepki göstermiyoruz.
Budala ile pul koleksiyoncusunun ortasında bulunan bir kişilik inşa ediyoruz. Çok az anlıyor, yine de çok fazla biliyoruz: yararsız dağınık şeyler kalabalığı, cep ansiklopedisi bilgisi.

Bir aptal ya da cahil olmaya, kaybedenler olmaya hakkımız olduğuna inandırılıyoruz.
İktidarın mantığına ait olan verimli bir model olarak düşünülen verimliliği hasmımıza terk ettik. Ve bu doğruydu, kaçınılmazdı bir kere. Eğer bu sınıf düşmanına zarar verme sorusu olsaydı işe devamsızlık ve çalışmaya karşı olmak haklı olurdu. Fakat artık bu davranışı içimize attık ve oyuna geri dönmek isteyen bizim düşmanımız.Hatta kendimize ve istediğimiz şeylere rağmen pes ettik.

Ve böylece Doğu felsefesini yakalayan kelebeğe, alternatif ürünlere ve düşünme biçimlerine, çok az yararı olan ve keskinliğini kaybetmiş şeylere döndük yüzlerimizi. Dişlerimizin dökülmesini beklemek yerine, bizzat kendimiz teker teker söküyoruz onları. Artık mutlu ve dişsiziz.

İktidarın laboratuvarları bizler için yeni vazgeçiş modelleri programlıyor. Sadece bizler için tabii ki. Kazanan azınlık için, model hâlâ saldırganlık ve fetihtir. Artık isyanlarda ve kontrol altına alınamayan başkaldırılarda başıboş kalmasına izin verilen kanlı, zorlu barbarlar değiliz. Hiçbir şeyin felsefecilerine, eylem şüphecilerine, yılgına, züppeye dönüştük. Dilimizi ve beynimizi büzüştürdüklerini hâlâ idrak edemedik. Artık başkalarıyla iletişim kurmak için herhangi bir şeyi zar zor yazıyoruz. Artık zar zor konuşuyoruz. Televizyondan ve sporun bayağılıklarından, iletişimi kolaylaştırıyor gibi görünürken gerçekte alçaltan ve hadım eden baraka-tarzı gazetecilikten yapılmış güdük bir lisanla kendimizi ifade ediyoruz.
Fakat daha beteri hâlâ daha fazla birşey yapmak yönünde herhangi bir çaba sarfetmiyoruz. Kendi sorumluluğumuzu Üstlenmiyoruz. Çok kısa zamanlarda, fazla okumayıp çok az şey yapıyoruz. Bir miting, bir eylem burada ve orada ve biz yere kapandık, geberdik. Öte yandan saatlerimizi içerikten yoksun müzikleri, anlamadığımız dillerdeki şarkıları, fabrikayı, yarış arabalarını ve motosikletleri taklit eden gürültüleri dinleyerek harcadık. Kendimizi doğaya (artık ondan geriye ne kaldıysa) tefekküre dalarak kaybetsek bile gerçekte yürüyüşe çıkmıyoruz, fakat bu yürüyüş bize nüfuz ediyor. Kapitalizmin (yeni alternatif biçimi, elbette, önceki geçmiş biçiminden daha da kötü) bir duraklamadan sonra gerçeği söylediği ekolojik ya da naturalist modellerine, bayağılığa razı oluyoruz. Ama basitçe tefekküre dalmayı değil bağlılığı ve güçlü olmayı, saldırıyı ve mücadeleyi talep eden doğa ile gerçek bir ilişki kurma hakkında hiçbir deneyimimiz yok.

Ve sakın bana kapitalistlerin saldırgan davranışlarına karşılık olarak ılımlı davranışlar geliştirmemiz gerektiğinden bahsetmeyin. Sermayenin ifade ettiği ya da Paris - Dakar yarışının katılımcılarının saldırganlığının ne olduğunu mükemmelen biliyorum. Benim bahsettiğim bu değil. Gerçekten her türlü saldırganlığı kastetmiyorum. Sözcükler yanıltıyor olabilir. Benim kastettiğim, gemi alev alev yanıp giderken kişinin zamanını boşa harcamak yerine eylem yapmasının zorunlu olduğudur.

Geniş kapsamlı değişikliklerin vuku bulduğuna ikna olduk veya olmadık. Ancak kapitalizm ve iktidar şimdiki hayatlarımızı altüst edecek, kim bilir kaç on yıl sürecek bir dönüşüm geçiriyor. Eğer buna derinlemesine bir şekilde ikna olmazsak, o zaman rüyalarımızdaki kelebekleri, budizmin mitlerini, homeopatik ilaçları,Zen felsefesini, kaçış edebiyatını, sporu ya da bizi gramerden ve dilden makbul bir uzaklığa yerleştiren her ne ile eğleniyorsak onu yakalamaya devam edebiliriz.
Fakat eğer ilk varsayıma ikna olursak, bizi kölelere dönüştürmeye kararlı bir projenin, prensipte zincirlerimizi görme ihtimalinden bile yoksun bırakacak bir kültürel kölelik projesinin yürürlükte olduğuna ikna olmuşsak, o zaman müsamahaya veya mücadeleyi bırakma ya da engelleme eğilimine artık tahammül gösteremeyiz. Ve burada söylediklerimizin yalnızca arkalarında zaten devrimci bağları olan yoldaşlar için geçerli olduğu sanılmamalı ve şimdi yeşiller, turuncular, Budistler ya da bu tür başka sürülerin içinde huzurlu bir şekilde otlayanlar için de geçerli.

Kendilerinin hâlâ devrimci olduklarını fakat gün be gün fiziksel ve zihinsel bir kirlenmenin ilerlemesinin trajedisini yaşadıklarını düşünenlerden de bahsediyoruz.

Bu basit bir eylem çağrısı değil. Mezarlıklar bu tür çağrılarla dolu. Kapitalizmin laboratuvarlarında üzerine çalışılan şimdi mükemmel olması için uygulanan bir proje hakkında konuşuyoruz. Mücadele etme kapasitemizden yavaş yavaş ve acısız bir şekilde bizi uzaklaştırmayı hedefliyor. Bu proje sermayenin derinlemesine bir biçimde yeniden yapılanmasıyla el ele gidiyor. Bizimki gönüllülükle ya da anlamsız bir çığlığı sevip sevmemenizle ilgili bir çağrı değil. Bunun, sınırlı ve tahmini de olsa, etrafımızdaki dünyanın geçirdiği derin değişimleri anlamaya ufak bir katkı olmasını umarız.

13 Mart 2011 Pazar

SANATIN TABUTUNA BİR ÇİVİ!


GÖK

Sanatsal üretimin ve üretim sürecinin, biçimlerinin yaşadığımız dünyanın egemen kodlarına karşı oynadığı rol hususunda şekillenen kadim tartışmalar, 'sanat'ın kavram olarak isimlendirildiği zamanlardan günümüze halen aynı hararetle devam etmekte. Büyük 'S' ile sanatın misyonu, değiştirme gücü, varolan gerçekliğe müdahale etme olasılıkları çeşitli bakış açılarından gündemleştirilmiş, ve bu bakış açılarının çokluğu oranında sanatın eylemi, farklı pratiklerin, anlayışların uygulama sahası işlevi kazanmıştır. Tarihin yaşanmışlığının belirsiz olduğu bir tarihsel toplumda sanatın yaygın görünürlük biçimlerini aşmaya çalışan bir olumsuzlama hareketi olarak değişimin olanakları özellikle güncel sanatın temel meselesi olagelmiştir. Hedeflerin büyüdüğü ölçüde katıksız değişimin imkânlarının zayıfladığı güncel sanat alanında muhalif arayışlar, kendi kanalları ve deneyimleriyle döngüsel dinamizmlerini halen elde tutuyor.

Aslında modern sanatın sonunu belirleyen, bir nevi tabutu mezarlıktaki 'saygın' çukuruna gömen akımlar Dadaizm ve Sürrealizmdi. Her iki akımın da aktif olduğu dönemde, sanatsal hareketliliğin toplumsal alanda bir alt üst oluş seferberliğiyle koşut olduğu, hatta bu alt üst oluşa kaynak sağladığı unutulmamalı. Birbirlerine hem bağlı, hem de karşıt olan bu iki akım; politik, estetik, gündelik hayata dair her şeyin sorgulandığı toplumsal hareketlerin ışığında kendi varlıklarını kazanabilmişlerdi. Nitekim, tek yanlılıkları ve yetersizlikleri de kendi çağlarının kitlesel dinamiklerinin eksiklikleriyle paralel zaaflardan ibaretti. Dadaizmin, sanatı gerçekleştirmeden ortadan kaldırma radikalliği; Sürrealizm açısından tersinden sanatı ortadan kaldırmadan gerçekleştirme çabası olarak tecelli etmişti. Her iki akımın birikiminin mirasçısı olarak 60'lı yıllarda filizlenen Sitüasyonizm, bu karışıklığı hayatla sanatı örtüştürme veya sanatı hayatın gücüyle aşma çabasıyla çözümledi. Sitüasyonist pratiğin ardından gelişen her alternatif güncel sanat pratiği de bu yetkin katkının izlerini içinde barındırmaktadır/ barındırmalıdır.

Sanatın olağanüstü yeteneklere sahip bireylerin toplumsal gelişme ve sıçramalardan bağımsız pratiğine denk düştüğü yanılsaması üzerinden kurulan paradigmaya yönelik ezilenlerin alternatifleri, sanata ve sanat yapıtına yüklenen anlamların yapısökümü üzerinden ete kemiğe bürünmeli artık.