27 Ocak 2014 Pazartesi

EKSTREMİST MANİFESTO



 NICK ZEDD

Şimdilerde ayrıcalığı, adam kayırmayı, bağlantıları temsil eden çağdaş sanat nihayet yok oluyor, önümüzden defoluyor.

Bizler, galerilerinizin, müzelerinizin ve sanat deliklerinizin dışında tutulmuş… gözardı edilmiş, hakarete uğramış, mahkum edilmişler (ve yanlış sınıfa ait olanlar) geleceğin sesiyiz. Bugünün kültürünün o çok moda değersizliğinin üstüne tükürüyoruz. Ilımlılığın, bir neslin pek moda alaycılığının ve kasıtlı olarak sıkıcı olan çağdaş sanatın üstüne kusuyoruz. Kronik utangaçlığınızın, evcilleştirilmiş sanat anlayışınızın da içine sıçıyoruz.
 
Kırılma anı ve çağdaş sanatın gübresini dürüst yöntemlerle kazma zamanı geldi. Sisteminiz omurgasız ve değiştirilmeli. Sezilmez olmaktan onur duyanlar artık yok.

Bugün kapıları tutanların resim öldü dedikleri doğruysa eğer o zaman fotoğraf, sinema, müzik, heykel, performans ve insanın diğer bütün yaratıcılığı da öldü. Küratörler kültürünün hiyerarşik hakimiyetinin içeriği bireyin yerine nötr bir  klon geçirmek. Bize söylenen akademinin küratör sınıfının tanrısal olduğu. Tarihi onlar belirler. Onların seçimleri üzerimize yağmur gibi yağdırılır. Ama gerçek şu ki tarihteki mihenktaşlarının  yegane sahibi olan AMATÖR (üreten,yenilik yapan yalnız birey) yalıtılmış bir küratörün aynı anda iki ayrı şeye inanan gerçeklik tünelinin ötesindedir.
 
Bugünün küratörler eliti tutku, öfke ve mahkumiyeti alaycı bir kayıtsızlık, kendini geriye çeken bir duruş, bir kaçış ve sürüye katılışla değiştirme kararı almışlardır. Koyun gibi bir uysallıkla hiç bir görüş açışı bulunmayan takip edenler nesli türemiştir, herhangi bir şey için ayakta durmaya korkan, ama düzene uymayı kolaylaştıran alaycı kayıtsızlığın arkasına sığınıp korkusuz olduğu taklidini yapan bir nesil. Takipçi bu sanatçıların felsefesi teslimiyettir. Bu teslimiyet sayesinde takipçi yüksek sanata dahil olmayı ve onun getirdiği ödüllerden nasiplenmeyi beklemeye başlar.

Takipçilerin ve kapıları tutmuş ustalarının anlayamadığı noktaysa yüksek ve düşük sanat arasında temel bir farklılık olmamasıdır. Bugünün pornografisi yarının güzel sanatıdır. Zamanın tezgahında kafir, kutsala dönüşür. Gerici ontolojik yorumcuların altında elli yıldır acı çekmiş ekstremist hareketi içinden çıktığı sürecin özetinden daha büyük fenomendir. Hâkim kültürlerin bizi inandırdığı şey tarihin objektif olduğudur, oysa gerçekte subjektiftir ve hiyerarşik sistemin küresel elitlerin yararına sömürülmesine dayalıdır.
 
Ekstrem sanat metafizik değildir ve duyulara dayalıdır.

Bilgeliği tahsis eden bileşen olan insan vucüdunu nihai hakem olarak belirler.
Deneysel açıdan ekstrem sanat kişinin statükocu düşünceye direncinin ve onu dönüştürebilme yeteneğinin biricik teyididir.
 
Gölge iktidarlar ve gizli elitler tarafından bize dayatılan sahtecilik teşhir edilmeli ve yok edilmelidir. Bu tamamen ticarete dayalı kanserli sanat kurumlarının ve şahsi deneyimlere dayalı bireysel çıkışları da olumsuzlayan kapitalizmin yağmacı habis düsturlarının yok edilmesini de gerektirir.

Referansı olmayan, muvazaasız çıkışlar hayatın içine balıklama dalıp onu taşaklarından kavramaktır.

Bu da, şansını denemek, insanları kızdırmak, alarm zillerini çaldırmak ve genel olarak stratejik bir hareketle dengeleri sarsmaktır. 

Bizler yeni ektremistleriz, gündemsel gerçekliğin kapılarını tutanlar tarafından bize dayatılan maskaralığa karşı silahlarımızı kuşandık, başardıkları kitlesel halüsinasyonu reddetmeyi seçiyoruz. Bizimkisi, yalanlar ve kendini aldatmaktan mürekkep sisteminizi lekeleyen ve yok eden bir zevksizlik sanatı.

Çok uzun zamandır aramızdaki koyun iflas etmiş bir sistemin yalanlarına karşı boyun eğmesi için ödüllendirildi.

TANRIYA SIÇIYORUZ. ÇÜNKÜ TANRILAR YOK VE HİÇBİR ZAMAN DA OLMADI. BÜTÜN TOTALİTER KONTROL SİSTEMLERİ ALTÜST EDİLMELİ VE YIKILMALI. İNSAN ÖZGÜRLÜĞÜ İSTER DEVRİMCİLER İSTER KARŞI-DEVRİMCİLER TARAFINDAN EMPOZE EDİLMİŞ OLSUN BÜTÜN HİYERARŞİLERE KARŞI TETİKTE DURMAYI VE KARŞI KOYMAYI GEREKTİRİR. BİZLER DEVRİMİN YERİNE GEÇECEK HIZLANDIRILMIŞ BİR EVRİM TARAFTARIYIZ. BİZLER PROVOKASYON, AYDINLANMA, NEFRET VE AŞKI KULLANAN EKSTREMİSTLERİZ. KARŞI UÇLARI BİRLEŞTİRECEĞİZ.



2 Temmuz 2013 Salı

KURGU HAYATIN TA KENDİSİ



 GÖK







Eğer fark etmediyseniz, söyleyeyim; bütün kitaplarım diğer insanlarla bağlantı kurmanın yolunu arayan yalnız bir insanla ilgili. (Chuck Palahniuk)

Chuck Palahniuk, hiç tartışmasız, günümüz edebiyatının en usta kalemlerinden biri. Çağdaş edebiyatın ayrıksı yazarlar klasmanında yer tutan Palahniuk, modern toplum yapısının bireyleri sürüklediği nevrotik ruh halini ifade etmekte ziyadesiyle yetenekli. “Dövüş Kulübü”nden “Tıkanma”ya, “Tekinsiz”den “Gösteri Peygamberi”ne bütün romanlarında, tüketim toplumu normlarına, hâkim kültürel kodlara karşı siyaseten doğruculuk yaklaşımının yakınından bile geçmediği yaratıcı isyanlar kurgulamasıyla ünlü. Yalın ve epizodik anlatıma sahip romanlarında hep aynı bakış açısını sahiplenir, aynı “aydınlanma anlarına” vurgu yapar Palahniuk: Gündelik hayatın gerekleri olarak dayatılan zorunluluklarla kuşatılmış bireyler, özgürlüklerine kavuşmak, iradelerini ellerine almak, organik makineler olmaktan kurtulmak için özyıkımı seçerek nihilistik bir karşı duruşun öznesi olmak zorundadır. 

Palahniuk romanlarında var olana uyum sağla(ya)mayan, keskin bir uyumsuzluğa sürüklenen herkes kurtulmak istediği eski yaşamlarıyla olan göbek bağlarını kesmek için dibe vurmayı göze almalıdır/ hedeflemelidir. Bu bağlamda, gönüllü olarak katlanılan fiziksel acı, bireylerin kendileri için yeni bir rota çizebilmelerine yardımcı olacaktır. İnsanlar gönüllü olarak katlandıkları acılar vasıtasıyla bedenlerinin ölümlü olduğunun farkına varır ve bu yalın hayat bilgisinin tetiklediği melankolik neşeyle yeryüzünde kapladıkları alanı somut olarak duyumsayabilirler. Ancak özyıkım ve toplumsal kuralları ihlâl etme pratiğinin ardından alternatif varoluş olasılıkları ortaya çıkacaktır. 

Palahniuk’un kurguladığı imgesel evrende, hijyenik standartlara saygı duyulmaz. Aksine, toplumsal ahlakın iğrençlik, çirkinlik, zayıflık olarak kategorize ettiği her şey son sınırlarına kadar sahiplenilir. Palahniuk’un tekrar tekrar kaleme aldığı karşı-aydınlanma, bu tür “pisliklerin” içinde, bunların tozuna toprağına bulanmaktan çekinmeden gelişen bir özyıkım sürecini gerektirir. Palahniuk’un tüm eserlerinde özyıkıma duyulan sarsılmaz inancın izdüşümleri mevcuttur. 

Mevzu edilen sürecin çilecilikle özdeşleşen pek çok yönü olduğu da görülür. Ahir zaman peygamberlerine öykünen Palahniuk’un karşı-kahramanları acının, eziyetin, pisliğin en uç noktalarına doğru yol aldıkça olgunlaşır, güçlenirler. Hatta, bu eylemlerinin kudretiyle metaforik açıdan ölümsüzlük mertebesine ulaşır, alternatif azizler olarak yeniden cisimleşirler. Her şeyin sonu, nihai sınırı olarak belletilen ölüm kavramı, Palahniuk’un karakterlerini korkudan titretemez. Onlar ölüme yaklaştıklarında, hayatla ölüm arasındaki sınırları gönüllü biçimde ihlâl etmeye soyunduklarında hakikaten yaşadıklarını, aldıkları nefesin anlam kazandığını bilirler. Bu nedenle, kâğıt üstünde işkenceye denk düşen, aklın alamayacağı her çeşit fiziksel acıya katlanmaktan da çekinmezler. Palahniuk’un evreninde aktif veya pasif yollardan maruz kalınacak içsel veya dışsal her türlü acı, kişinin özgürleşme serüveninin olmazsa olmaz başlangıç noktasını teşkil eder.

Kurgusal evrende ana-akım ütopik iyimserlik anlayışına böylesine güçlü tokatlar savuran Chuck Palahniuk, sadece kurmaca metinler kaleme almadı, tabii ki. Röportaj, deneme ve anı kategorisinde değerlendirilebilecek yazılar da yazdı. Onun yeraltı klasiği mertebesine ulaşmış romanlarına hayranlık duyan her okurun gizliden gizliye merak ettiği bir konuyu açıklığa kavuşturmada bu tür metinler önemli işlevler görüyor. “Dövüş Kulübü”yle birlikte Palahniuk’un adı popüler yazarlar listesine eklendiğinden beri her kesimden okurun kafasında dolaşan sorular bunlar: Palahniuk’un gerçek hayatıyla kaleme aldıkları arasında nasıl bir bağ var? Romanları bütünüyle hayal ürünü mü? Palahniuk, yarattığı karakterler gibi kültür endüstrisine yıkıcı darbeler indirmeye niyetli gözükara bir sabotör mü, yoksa romanlarında mesihlere özgü anti-konformist vaazlar verip, bu söylemin rantıyla şöhrete ve paraya kavuşan bir üçkâğıtçı mı? 
 
Bu ve benzeri sorulara net, tatmin edici yanıtlar vermek mümkün değil, ama Palahniuk gibi, tabir-i caizse, kaleminden kan damlatarak yazan, her cümlesi ruhunuza nüfuz eden haysiyetli bir yazarın özel yaşamına dair anekdotlarını, hatıralarını, bilcümle kurmaca olmayan metinlerini okumak, onu en önemli samimiyet testlerinden birine sokmaya tekabül ediyor. Palahniuk ailesinin trajik öyküsünü duymuş olanlar (Chuck’ın dedesi, babası henüz küçük bir çocukken eşini vuruyor ve öldürmek için aradığı oğlunu şans eseri bulamadan intihar ediyor. Bu aile faciasından sağ kurtulan Chuck’ın babası, ömrünün sonbaharında internetten tanışıp flört ettiği bir kadınla buluştuğu sırada kadının eski sevgilisi tarafından vurularak öldürülüyor) veya Chuck’ın yazma serüvenine nasıl atıldığını bilenler (Chuck, Oregon Üniversite’sinde gazetecilik bölümünü bitirdikten sonra Portland’daki yerel bir gazetede kısa bir süre çalışıyor. Gazetecilikten sıkıldıktan sonra işi bırakıyor. Daha sonra kamyonları tamir edip teknik el kitapları yazarak geçimini sağlıyor. Bu esnada bakımevlerinde ölmekte olan hastalara refakat ediyor, konuşma terapilerine katılıyor. Roman yazmaya karar verdiği aşamada ise yazarlık atölyesine giriyor) açısından Chuck Palahniuk’un böylesi bir samimiyet testine ihtiyacı olmasa da, onunla “Dövüş Kulübü” romanının sinema uyarlaması üzerinden tanışan geniş okuyucu kitlesi için kurmaca olmayan metinleri daha farklı simgesel anlamlara sahip.

Palahniuk’un ailesinden, arkadaşlarından, tanıştığı ilginç insanlardan bahsettiği, başından geçenleri aktardığı yazıların, çeşitli yayın organları için yaptığı sıradışı röportajların biraraya toplandığı “Kurgudan da Garip”, ABD’de 2004 yılında yayımlandı. Bizde bir hayli gecikmeli olarak yayımlanan bu kitap vasıtasıyla onun gerçek hayatında da kurmaca eserlerinde anlattığı karakterler kadar renkli insanların cirit attığını, romanlarında anlattığı tuhaf olayların pek çoğunun sosyal çevresinde bilfiil vuku bulduğunu öğrenmiş oluyoruz. Bu vesileyle Chuck Palahniuk’un romanlarındaki ilişkilerin, kopuklukların, karanlık mizahın ticari istismar gayesiyle yaratılmadığını bir kez daha görüyoruz. Palahniuk’un romanlarında mevzu ettiği her şeyin tinsel enerjisini, gel-gitlerle şekillenen ritmini ruhunda hissettiği, söz konusu deneyimlere kişisel olarak çok da uzak olmadığı ortaya çıkıyor. 

“Kurgudan da Garip”, üç bölümden oluşuyor: “İnsanlar Birarada”, “Portreler” ve “Kişisel”. Palahniuk, romanlarına konu ettiği pek çok hikâyeyi hayatın içinden devşirdiğini, arkadaşlarından ve çevresindeki insanlardan dinlediği hikâyeleri geliştirerek kitaplarında kullandığını açık açık belirtiyor. Dünyanın hikâye anlatan, çaresiz ve yalnız insanlarla dolu olduğu gerçeğinin farkında Palahniuk. Onun tek yaptığı, dinlediği bu hikâyeleri işinin ehli yazarlara özgü bir hayal gücü ve benzersiz bir üslupla kaleme alıp milyonlarla paylaşmak. Hayattan esinlenen bir yazar olarak hikâyelerini etkili biçimde anlatma hususunda da karşılaştığı gerçek insanları örnek alıyor. Teleseks telefon hatları, hasta destek grupları, new age terapi merkezleri, hastaneler romanları için araştırma yapacağı mekânlar konumunda. Kendisi zaten, romanlarının hazırlık safhasında sosyologlara taş çıkartan ciddi araştırmalara girişmesiyle tanınıyor. Bazen gönüllü olarak hasta destek gruplarında çalışıyor, bazen hastanelerdeki kimsesiz ölümcül hastalara son günlerinde eşlik ediyor, bazen de seks bağımlılarının tedavi programlarına iştirak ediyor. Bu mekânlarda, kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış insanlarla birlikte vakit geçirirken edindiği tecrübeleri kurmaca eserlerinde kullanıyor.

Palahniuk’un nev-i şahsına münhasır yazın anlayışının ipuçlarını barındıran pek çok metin mevcut “Kurgudan da Garip”te. Yıllar boyu süren yoğun antrenmanlarda fiziksel acıya bir ibadetmişçesine katlanan, müsabakalar sırasında ciddi sakatlıklar geçirmelerine rağmen güreşmekten vazgeçmeyen güreşçilerin hislerini de; yazdıkları senaryoları film şirketlerinin temsilcilerine kısıtlı dakikalar içinde beğendirmek zorunda kalan, büyük beklentilerle katıldıkları bu görüşmeler için para ödeyen her yaştan amatör senaristin buluşmalarını da; çiftçilerin her sene düzenli olarak organize ettikleri Biçerdöver Parçalama Yarışmaları’nın kolektif ruh halini de yerinde takip ediyor, söz konusu insanlarla önyargısız biçimde hasbıhal ediyor. Gazetecilik jargonunda ilginç hikâyeler kapsamında yüzeysel biçimde işlenip geçilecek bu etkinliklerin altında yatan yoğun dramatik potansiyelin bilincinde Palahniuk. İnsanların biraraya gelmek, her şeyin simülasyonun simülasyonuna dönüştüğü günümüz toplumsal atmosferinde gerçek bir şeyler yaşamak için düzenledikleri her tür etkinliğe –dışarıdan ne kadar tuhaf görünürse görünsün– değer veriyor, onların benimsedikleri ritüellere saygıda kusur etmiyor. Çatışma ve acıdan uzak steril bir yaşam yalanının her kanaldan üzerimize püskürtüldüğü bir çağda, Palahniuk bunun tahayyül bile edilemeyeceğini ifşa ediyor, herkesi acıyla yüzleşmeye çağırıyor.

“Kurgudan da Garip”, Palahniuk hayranları için hazine değerinde metinler içeriyor. “Dövüş Kulübü”nün sinemaya uyarlanması sürecinde Hollywood’a yaptığı yolculuğu anlattığı “Californialı Gibi”, Brad Pitt’in dudaklarına özenip satın aldığı dudak dolgunlaştırma aletinin başına neler açtığının hikâyesini naklettiği “Dudak Dolgunlaştırıcı”, perili bir evde psişik arkadaşlarıyla geçirdiği birkaç günü anlattığı “Hanımefendi”, vücut geliştirme takıntısıyla bir dönem kullandığı anabolik steroid deneyimini aktardığı “Sınırlar” ve çeşitli dergiler için dönemin şöhretli isimlerinden Juliette Lewis ve Marilyn Manson’la yaptığı röportajlar başta olmak üzere, kitapta yer alan metinlerin tümü tek kelimeyle muazzam.  

Palahniuk, “Kurgudan da Garip”te hayatın kendisinin başlı başına kurgudan ibaret olduğu gerçeğini bir kez daha hatırlatıyor. Romanlarındaki kara mizah anlayışının, coşkulu karamsarlığın, neşeli nihilizmin, kaotik karmaşanın somut referansları mevcut bu kitabında. Her zaman yaptığı gibi, ellerimizden kayıp gitmekte olan gerçeklik hissine, yoksayılan seçim yapma iradesine işaret ediyor ve bu durum karşısında kabaran öfkeli itirazların sonsuz çeşitliliğini gözler önüne seriyor. En büyük düşmanımız kendimiz değilmişiz gibi davranmaya devam ettiğimiz sürece hakiki olmayan hayatlar yaşamaya mahkûm olacağımız hususunda bizi uyarıyor Palahniuk. Ne denilebilir ki, bir kez daha üstadın önünde saygıyla eğiliyoruz...

1 Nisan 2013 Pazartesi

MAYMUN DÜŞÜNÜR, MAYMUN YAPAR



 CHUCK PALAHNIUK



Geçen yaz bir kitapçıda genç bir çocuk beni kenara çekip, Dövüş Kulübü’nde yemekleri pisleten garsonlardan bahsettiğim kısmı çok sevdiğini söyledi. Kitabını imzalamamı istedi ve beş yıldızlı bir restoranda çalıştığını, ünlülerin yemeklerine neler neler kattıklarını anlattı.

“Margaret Thatcher” dedi, “benim spermimi yedi.” Elini havaya kaldırdı, parmaklarını açtı ve “En az beş kez” diye ekledi. 

O romanı yazarken, porno filmlerden tek tek sahneler alıp toplayan ve bunlardan slaytlar hazırlayan bir makinistle tanışmıştım. İnsanlara bu sahneleri “Genel İzleyici” sınıflandırmasına giren aile filmlerine eklemekten bahsettiğimde, “Yapma, sakın böyle bir şey yazma”dediler. “İnsanlar bunu okur ve yapmaya başlarlar...”
Daha sonra, Dövüş Kulübü filme çekilirken Hollywood’daki bazı büyük isimler kitabın hedefi tam on ikiden vurduğunu zira kendilerinin de birer yeniyetme kızgın makinistken filmlere porno kareler eklediklerini söylediler. Ve çeşitli insanlar, fast food restoranlarda çalışırken hamburgerlerin içine sümkürdüklerinden bahsettiler. Kozmetik mağazalarında saç boyası kutularını değiştirip, sarıyı siyahın, kızılı kahverenginin içine koyduklarından ve kızgın, tuhaf saçlı insanların mağaza müdürüne bağırışlarını keyifle izlediklerinden... Bu bahsettiğim dönem, Amerikan Sapığı’yla başlayıp, Trainspotting ve Dövüş Kulübü’yle devam eden “yıkıcı romanlar” dönemiydi. Bunlar, yaşadıklarını hissetmek için her şeyi denemeye hazır, sıkılmış, kötü çocuklara dair romanlardı. İnsanların bana anlattığı her şeyi kitaplaştırıp, satabilirdim.

Her kitap turnesinde insanlar bana, uçakta acil çıkış kapısının önündeki koltuğa oturduklarında, uçuş boyunca o kapıyı açmamak için nasıl mücadele verdiklerini anlattılar. Uçaktaki hava dışarı boşalır, oksijen maskeleri düşer, çığlık çığlığa bir kaos başgösterir ve “İmdat! İmdat!”, acil durum inişi... Her şey bu kadar açık ve nettir. O kapı beni açın diye yalvarır adeta.

Danimarkalı filozof Soren Kierkegaard korkuyu, bu sizi yok edecek olsa bile özgür olduğunuzu ispatlamak için yapmanız gereken şeyin bilgisi olarak tanımlıyor. Buna örnek olarak, Cennet Bahçesi’nde Tanrı kendisine Bilgi Ağacı’nı gösterip, “Bu ağacın meyvesini yeme” diyene kadar mutlu ve halinden memnun yaşayan Âdem’i gösteriyor. Âdem o andan itibaren özgür değildir. Bu onu mahvedecek olsa bile özgürlüğünü ispatlamak için ihlal edebileceği, ihlal etmesi gereken bir kural vardır. Kierkegaard bir şeyi yapmamız yasaklandığı anda, bu şeyi yapacağımızı söylüyor. Bu kaçınılmazdır.

Maymun düşünür, maymun yapar.

Kierkegaard’a göre, yasaların hayatını kontrol etmesine izin veren, mümkünün yasadışı olduğu için namümkün olduğunu söyleyen kişi hakiki bir hayat sürmemektedir. 

Portland, Oregon’da birileri tenis toplarını kibrit başlarıyla doldurup, bantla kapatıyor. Topları sokağın ortasına bırakıyorlar. Bulan kişi bir tekme attığında ya da tutup fırlattığında toplar patlıyor. Şimdiye kadar bir adam ayağını, bir köpek de kafasını kaybetti.

Graffiticiler dükkân ve araba camlarına yazı yazmak için asitli cam gravürü macunları kullanıyorlar. Banliyödeki Tigard Lisesi’nde kimliği belirsiz bir yeniyetme, kakasını erkekler tuvaletinin duvarlarına sürüyor. Okulda “Una-Kakacı” olarak biliniyor. Hiç kimsenin ondan bahsetmesi istenmiyor, çünkü okul yönetimi taklitçilerinin türemesinden korkuyor.

Kierkegaard’ın söyleyeceği gibi, ne zaman bir şeyin mümkün olduğunu görsek, o şeyi gerçekleştiririz. Kaçınılmaz hale getiririz. Stephen King, akranlarını öldüren liseli kaybedenler hakkında yazana kadar okul cinayetleri bilinmiyordu. Carrie ve Rage, bunu kaçınılmaz hale mi getirdi?

Kurtuluş Günü filminde Empire State Binası’nın yıkılmasını seyretmek için milyonlarcamız gidip bilet aldık. Savunma Bakanlığı, terörist saldırı senaryolarına dair beyin fırtınası yapmaları için, Dövüş Kulübü’nde Century City gökdelenini çökerten David Fincher da dahil Hollywood’daki en yaratıcı insanları işe aldı. Olası bütün saldırı şekillerini bilmek istiyoruz ki hazırlıklı olabilelim.

Unabomber Ted Kaczynski yüzünden, postane memurunun kontrolünden geçmeden paket gönderemiyorsunuz. Otobanlara bowling topları atan insanlar yüzünden otoban üstgeçitlerinin etrafında tel örgü var.

Bütün bunlar, sanki kendimizi her şeyden koruyabilirmişiz gibi verdiğimiz tepkiler...

Babamı öldürmekten hüküm giyen Dale Shackleford geçen yaz şöyle dedi: “Hey, devlet onu ölüm cezasına çarptırabilirdi; ama Kaczynski ve beyaz ırkın üstünlüğüne inanan arkadaşları bir sürü anthrax bombası yapıp, bunları Spokane, Washington civarına gömdüler. Eğer devlet onu öldürseydi, günün birinde bir iş makinesi gömülmüş bombalardan birini parçalayacak ve on binlerce insan ölecekti.” Kovuşturma ekibindekiler kendi aralarında bu tip açıklamalara “Shackle-Freudyen yalan” demeye başladılar.

Evet, işte karşımızda hayatımızı yaşamamamız için milyonlarca sebep var. Başarılı olma ihtimalinizi inkâr edip, suçu başkasının üzerine atabilirsiniz. Her şeye, Margaret  Thatcher’a, mülk sahiplerine, o kapıyı uçuşun orta yerinde açma dürtüsüne... –mış gibi yaptığınız her şey sizi yatıştırır. Kierkegaard’ın bahsettiği hakiki-olmayan hayatı yaşayabilirsiniz. Ya da Kierkegaard’ın İnanç Sıçraması dediği şeye ulaşabilir ve koşullara bir tepki olarak yaşamayı bırakıp, olması gerektiğini söylediğiniz şeyi destekleyen bir güç olarak yaşayabilirsiniz.
Evet, işte karşımızda devam etmek için milyonlarca sebep!

Bizden çıkan şey ise katartik bir yıkıcı roman.

Thelma ve Louise gibi filmleri izleyenlerin; The Monkey Wrench Gang gibi kitapları okuyanların hem anlayıp hem kahkaha atması pek olası değil. Hadi şimdilik, en kötü düşmanımız kendimiz değilmişiz gibi davranalım.

8 Şubat 2013 Cuma

BİR KİTAP VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ


LİBERAL CEPHENİN ANATOMİSİ: İDEOLOJİYİ İSYANIN ÖNÜNE KOYMAK




 



Trajik Geçmiş ve İmkansız Gelecek arasında anarşizm Şimdi’den mahrum kalmış görünüyor-sanki kendine şimdi ve burada, GERÇEK ARZULARIM NELER’i sormaktan korkar gibi ve de ‘’iş işten geçmeden ne yapabilirimi’’…Evet,meşum bakışlı bir büyücüyle karşı karşıya kaldığınızı düşünün ve size soruyor ‘’ Gerçek Arzun Nedir?’’ Kem küm edip,kekeleyerek ideolojik basmakalıplara mı sığınırsınız? Hem Hayal gücüne hem de İstenç’e sahip misiniz,bir yandan düşlerken bir yandan cüret edebilir misiniz? ( Hakim Bey /Geçici Otonom Bölgeler, s.97)

Aptal olmaktan kurtulmak için bizzat aptalların çaba göstermesi gerekir. (Alexander Brener)


 Kısa bir süre önce “Türkiye’de Anarşizm” isimli bir kitap, liberal sol kimliğiyle tanınan bir yayınevi tarafından piyasaya sürüldü. Söz konusu kitabın en dikkat çeken yanı, ismiyle tezat oluştururcasına, anarşiyle, anarşist mücadeleyle hiçbir somut bağı olmayan insanlardan  mürekkep bir kadroyu barındırması. “Türkiye’de Anarşizm”de anarşi adına elini sıcak sudan soğuk suya sokmamış, yıkıcı bir mücadelenin öznesi olmayı tahayyül bile edememiş pek çok insan mevcut: Aydın özentileri, pasifistler, eylem kırıcıları, kimi ararsanız var. Bu kitapta yer alanlar bir noktada daha ortaklaşıyorlar: Mücadeleyi farklı araç ve yöntemlerle yükseltmeye çalışan isyancı/eylemci anarşistleri  dedikodu, iftira ve ihbarcılık faaliyetleriyle elemine etmeye çalışmakta.

 Her şey bir yana, bu çalışmanın alakasız biçimde, “Türkiye’deki mevcut anarşist eğilim ve grupların tümünün yer aldığı bir kitap” şeklinde lanse edilmesi de ağır bir gaf olarak ortada durmakta. Kumpaslar çevirerek, ahbap-çavuş ilişkilerine dayanarak “tarih” yazmaya soyunan  bir  “eser”in ciddiye alınır bir yanı olmadığı açık. Kitapta yer alan listede adı geçen grup veya kişilerin geliştirici bir polemik için muhatap kabul edebileceğimiz samimiyete sahip olmadıkları da malum. Bu bağlamda, okuduğunuz metnin asıl amacı, bu “değerli” kitabı tahlil etmekten çok, bu kitap vesilesiyle, hem yaşadığımız topraklarda hem de küresel kapsamda anarşist hareketin anaakım kolunu oluşturan liberal anarşistlerle, isyankâr ve eylemci anarşistler arasındaki ayrım çizgilerini kalınlaştırmak ve isyankâr anarşistlerin isyana pratik ve kavramsal manada ne gibi anlamlar yüklediği hususunda küçük hatırlatmalar yapmaktır.

 Devrimci sol gelenekten örgütlerde düzen partileri ve cümle oportünist yapılara yönelik kullanılan bir motto vardır: “O yapıları değerlendirirken hiçbirinin kendileri hakkında söylediklerine inanma; yalandır, abartıdır. Ama birbirleri ve diğer oportünistler hakkında söylediklerine mutlaka inan, genellikle doğrudur.” Bu geleneksel motto, kendine anarşist sıfatını layık gören günümüzün modern liberalleri için de aynen geçerli.

Birbirinden niteliksel manada farkları olmayan, isyancılar söz konusu olduğunda kısa sürede ittifak yapıp yekvücut olabilmeleriyle tanınan bu liberal cephenin özneleri kendi aralarında geliştirdikleri “tartışmalarda’’ (aşağıda örneklerini göstereceğimiz üzere ) zaman zaman, farkında olmadan, birbirlerinin maskelerini aralayacak müdahalelerde bulunabiliyorlar.Tabii, tozu dumana boğdukları bu tartışmalar esnasında, beraberce uçlarından tuttukları, hepsinin yan yana altında gizlendiği konforlu örtüyü tam manasıyla kaldırmaya cesaret edemiyorlar elbette. Liberal cephe nezdinde kardeş kardeş geçinmenin, “düzeyli” ilişki kurmanın asgari şartı, birbirinin kuyruğuna sert biçimde basmamaktan geçiyor ne de olsa. Anlı şanlı polemiklerin, “yüksek politika” gereği herkesin birbirine yaltaklanarak sonlandırılması onlar için olmazsa olmaz bir kural. Dolayısıyla, hep birlikte altında toplaştıkları konformizm örtüsünü bir miktar aralamak,  gerçekleri hatırlatmak da biz isyankâr anarşistlere düşüyor.

SOSYAL MERKEZCİLİK HASTALIĞI

 Kitapta ağırlıkla, anarşizmi, anarşist kimliğini yaşadığımız topraklarda mücadele kaçkınlığına, neo-hippiliğe, pasifist lafazanlığa içkin kılan Kara Dergisi ve Kaos Yayınları çizgisinden insanlarla konuşulmuş. Gün Zileli gibi bu coğrafyada militan anarşist hareketin nüvelenmesine barikat olabilmek için canını dişine takan eski Aydınlıkçıları ve vakti zamanında anarşistlerden yediği dayağın üzerine siyasi kariyer inşa eden Yavuz Atan gibi ticaret erbablarını bir tarafa bırakalım ve anarşist örgütlenmenin beşbenzemezin sosyal merkezlerde toplanmasıyla gerçekleşeceğine inanan “sosyal ortam anarşistlerine” bağlanalım.      

 Bunların en meşhurlarından Kaos Yayınları’nın yayın dünyasında var olduğundan beri, şiddet karşıtı-pasifist bir çizgiyi benimsediği, anarşist hareketin mücadeleci tarihini yok saydığı, anarşiyi salt bir ideolojiye, pratiğe dönüşmeyen düşünsel tartışmalara indirgeyerek anarşiye içkin yıkıcı enerjinin sönümlenmesine hizmet ettiği biliniyor. Söz konusu kitapta, Kaos Yayınları adına görüşlerini belirten Gazi Bertal da, bu “şanlı” geleneği istikrarlı biçimde sürdüren bir isim. Kendisi, Kürtlere/Kürt hareketine takip etmeleri gereken rota hakkında öğütler vermeye,  anarşistlerin tümüne “uygarlık karşıtı” inciler sıralamaya devam ediyor.

Bu kadarla yetinse iyi, Gazi Bertal’a Türkiye’nin “anarşistlerini” ehlileştirmek için çaba sarf etmek yetmemiş olacak ki, güzide eleştirilerini küresel boyuta taşıyor ve Avrupa’ya uzanıyor:Avrupalı ve Amerikalı anarşistlerin bizim çok gerimizde şeylerle uğraştığını fark ettik mesela. Sanayileşme, kalkınma, refah için mücadele gibi konularda, kısacası demokrasi mücadelesi alanında neredeyse sosyalistlerle aynı şeyleri düşündüklerini fark ettik.” (Gazi Bertal, s. 187) “Avrupalı anarşist arkadaşlarımız sanayileşme mantığını çok da derinlemesine incelememişler. Teknoloji meselesinden neredeyse bihaberler.” (Gazi Bertal, s. 188)

Anarşist mücadele için kılını kıpırdatmamış, mücadeleye emek harcayanlara çamur atmaktan başka bir şeyle meşgul olmamış Bertal gibi şahısların oturup sağa sola akıl satmasının komikliği bir tarafa, Bertal ve yayınevi şürekâsının sanki sanayileşme ve teknoloji karşıtı fikirleri Avrupalı\Amerikalı anarşist yazarlardan öğrenmeyip kendileri icat etmişçesine atıp tutması da ekstra takdire şayan! Güney Avrupa topraklarında tekno-endüstriyel sistemin karşısına bağımsız, doğrudan eylemlilikleriyle dikilmiş,Yunanistan örneğinde olduğu gibi sistemin kolonlarını sarsacak kadar etki yaratmış isyankâr anarşistlere de yönelen bu kara cahil sayıklamalara diyecek tek bir şeyimiz var: Çıkardığınız o “Anarşist” gazetesini, tüm içeriğiyle Yunanca’ya çevirip oraya yollayın, belki eylemlerde barikatları tutuşturmak için kullanırlar da, dergi bir işe yaramış olur!

Ama Gazi’nin salvoları bununla biter mi? Bitmiyor: Uygarlık karşıtı bir anarşistin, işçi sınıfının en ufak bir eylemini duyduğunda ona koşması, işçi sınıfının mücadelesi içinde yer alması, onu önemsemesi, söylediği şeylerle uyumlu değil ki…” (Gazi Bertal, s. 189)

Gazi Bertal, herhalde bastıkları Zerzan kitaplarından çok etkilenmiş olacak ki, uygarlık kendi kendine çökecek, sonra da doğanın çiçekli bahçesinde sevgi, barış, kardeşlik içinde yaşayacağız yanılsamasına kapılmış. Aksi takdirde, her fırsatta şiddet karşıtı olduğunu beyan eden Bertal ve Kaos Yayınları’nın primitivizmi sahiplenmeleri biraz tuhaf kaçardı. Bu noktada neo-hippiliğin çağdaş bir versiyonu olarak uygarlık karşıtı kimliğini kullanan Zerzan ve çevresiyle, yıkım dürtüsüyle eyleme geçen Ted Kaczynski (Unabomber) arasındaki doğanın dengesine, doğada var olmaya dair ontolojik farklılıkların önemini tekrar hatırlatalım. Zerzan, uygarlığın kendi sonunu hazırlayıp yok olacağını, ardından dünyanın kol kola halaylar çekilecek bir sevgi bahçesine dönüşeceği masalını anlatırken; Ted, vahşi doğada ayakta kalabilmek için güçlü olmak gerektiğini, doğaya hümanist yakıştırmalarda bulunmanın insanmerkezci bir sersemliğe tekabül ettiğini ifade etmiştir. 
Doğal olarak, Bertal gibilerin Ted’e kulak vermek gibi bir kaygıları yok, aksine onu unutturmak fazlasıyla işlerine geliyor. Tekno-endüstriyel sistemin baskıcı yapısıyla yayınevi işleterek, pasifist terminoloji çerçevesinde vaazlar vererek mücadele edilemeyeceğini aslında bal gibi biliyor Gazi Bertal. Ama bu gerçeği itiraf ettiğinde kendi misyonunun hesabını veremeyeceğini de biliyor. Her dakika baskısını hissettiğimiz tekno-endüstriyel sistemi fırsat bulduğumuz her an sabote etmeyi hedefleyerek isyanımızı var edebileceğimiz hususunu o nedenle görmezden geliyor.

Kameralar nereye yönelirse orada bitmeyi yaşam felsefesi haline getirmiş bir diğer sosyal merkezci pasifist de şöyle buyuruyor: “Anarşizm, devrimci mücadeleden uzaklaşmaya çalışan ‘ex’ devrimcilerin bir sığınağı haline gelmeye başladı.” (Umut Kara, s. 262) Çoğu anarşist, devlete meydana okuyan, devlet tarafından sürekli baskı altına alınan, belirli bedelleri göze alan gruplara katılmaz.” (Umut Kara, s. 267) Kitaptan alıntıladığımız bu satırlar, liberaller tarafından liberallere yöneltilen sahte eleştirilerin en güzide örneklerinden. Bu eleştirileri dile getiren şahsın bırakın sol mücadele geçmişine sahip olmayı, anarşi adına taş üstüne taş koymaktan bile imtina ettiği, çekindiğini göz önüne aldığımızda, bu cümlelerin de sade suya tirit lafazanlıktan başka bir anlam taşımadığı açık. Bol keseden atmayı, boyunu posunu aşan laflar sarf etmeyi, dedikoduculuğu marifet sanan Kara’ya, yol yakınken, henüz yaşı da gençken anarşi(zm) yerine,  şöhret hevesini tatmin edeceği başka mecralar önermekten başka elimizden bir şey gelmez.  

Bu lafızların arkasındaki gerçeğe odaklandığımızda, Kaos Yayınları’nın ve sık sık ittifak yaptıkları İtaatsiz.org ekibinin, devrimci mücadeleyi yürütecek manevi motivasyonu yitirince sol saflardan kopmuş, pasifist jargonla “anarşist” kimliğini benimsemiş şahıslardan oluştuğunu görüyoruz.  İşin tuhaf yanı, o ekiplere sert eleştiriler yönelten Umut Kara vb.’lerinin siyasal geçmişlerinin onlardan niteliksel açıdan hiçbir farkı yok. Kitap sayfalarında birbiri hakkında ağır cümleler sarf eden şahısların tümü yıllardır sosyal merkezcilikte, dernekçilikte, sol güçlerin düzenlediği mitinglerde kara bayrak sallayarak kendini tatmin edip günü kurtarmakta ortaklaşıyorlar. Ayrıca, hayatında kendini zora sokacak bir kavgaya soyunmamış bir insanın oturup diğer “anarşistleri” bedel ödemekten korkmakla itham etmesi de ziyadesiyle ironik. Bu hususta birbirlerine alkış tutmaları icap ederken küfretmeleri hayret verici!

Bol keseden atan bu zat-ı muhteremin röportajının altında yer alan Yeryüzüne Özgürlük Derneği manifestosunun  “anarşizm”le ilgili bir kitapta neden yer aldığı da anlaşılmıyor. Herkesin, oturduğu yerden her sıfatı kolayca sahiplenebildiği bir sosyal ortamda, Haytap gibi hayvan katliamcılarına plaket veren derneklerle ya da Cihangirli yaşlı kediseverlerle legal eylemlerde pankart açmak dışında hiçbir eylemliliği mevcut olmayan bu derneğin üyelerinin Hayvan Kurtuluşu perspektifini sahipleniyor gözükmeleri de tam manasıyla ikiyüzlülük. Bizim nezdimizde, bu insanların sağlıklı yaşam saikiyle vejetaryen olan burjuvalardan hiçbir farkları yok. Hayvan Kurtuluşu’nu hedeflemek, bu doğrultuda etik bir duruş olarak vejetaryenliği\veganlığı benimsemek ve hayvanları özgürleştirmek gayesiyle doğrudan eyleme geçmektir. Başkalarının yaptığı eylemlerin haberlerini dolaşıma sokmak dışında tek bir eyleme bile yeltenmemiş Yeryüzüne Özgürlük Derneği gibi ismi var kendi yok grupların değil anarşiye, Hayvan Kurtuluşu davasına da herhangi bir katkısı yoktur.

Kitapta görüşlerine yer verilen Kürşad Kızıltuğ,  Rahmi Öğdül gibi yarı aydınlar ise, her zaman olduğu gibi, taş atıp kollarını yormaktan bilinçli biçimde imtina ederek, farklı toplumsal grup ve öznelerin verdiği/ vermekte olduğu mücadelenin kazanımlarının üstüne konma kaygısıyla konuşuyor da konuşuyorlar. “Birileri bizi muhatap alsın da dinlesin,” hezeyanları, onları dün ak dediklerine bugün bok der hale getirmiş, ne gam! Onların içi boş,baştan aşağı retorikten ibaret cümlelerini okumasanız da bir şey kaybetmezseniz; aksine çok şey kazanacağınız garanti. 

 Bu tür liberal aydın özentilerinin anlamadığı esas nokta, nihilist isyanın öznelerinin hiçbir kurum veya kişiden herhangi bir şey talep etmedikleri, saldırıya geçmek için uygun koşulları beklemedikleri, kendileri için var olmayı tercih ettikleri. İsyankâr anarşistler, yeni bir toplumsal düzen yaratmayı hedeflemezler; yıkıcı iradenin gücünü kendi hayatlarında ve ayaklarını bastıkları her karış toprakta var etmek için savaşırlar. Öfkelilerin, baldırıçıplakların, uyumsuzların, toplumsal hiyerarşi piramidinin dışında kalmayı seçenlerin görkemli başkaldırısını coşkuyla savunurlar. “Çünkü savaş, görünümlerinin çok ötesinde zaferler kazanmayı başarabilen bir süreçtir’’ (Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, s.66)

 MADALYONUNUN  İKİ YÜZÜ: QIJIKA REŞ ve İTAATSİZ.ORG

Aynalar nesneleri tersine çevirir, ama onların temel özelliklerini değiştirmez. Aynanın iki yüzünde konumlanan özneler arasındaki farkları abartmak, nüanslar üzerinden gelişen tartışmaları ciddi bir ayrıma tekabül ediyor sanmak da bu yüzden hatalıdır. Bu duruma somut örnek oluşturan Qıjıka Reş dergisi ve İtaatsiz.org web sitesi de, esas olarak birbirlerinin aynadaki yansımalarından ibaret iki düşman kardeş. Aynı liberal çizgiyi, birbirine ters bir hattan takip eden bu iki ekip, esasında aynı kulvarda, aynı araçlarla yol almayı benimser. Kürt hareketinin hapishanelerde  başlattığı açlık grevleri vesilesiyle yaşanan son tartışmalar sırasında görüldüğü üzere, her iki ekip de gelişmeleri aynı makro-politik eksende yorumlar, arkasında duramayacakları cümlelerle reel politika yapar.

 Deleuze, kendisiyle yapılan bir röportajda Foucault için, “Sizin bize öğrettiğiniz bir şey varsa, o da başkaları adına konuşmanın onursuzluğudur”, diyordu. Kürt özgürlük hareketinin eylemleri düzleminde, İtaatsizler ve Kaos Yayınları, mücadelesi için ölmeyi göze alan militanlara oturdukları yerden akıl verme hakkını kendilerinde görerek; Qıjıka Reş ve çevresi de öznesi olmadıkları bir mücadelenin kazanımlarını, sanki bu mücadeleye somut bir katkıları varmış gibi sahiplenerek aynı duruşu sergilemişlerdir. Liberallerin iktidar savaşına girdikleri anlarda birbirleri hakkında söylediklerinde haklılık payı olması durumuna bu örnekte bir kez daha rastlıyoruz. Dolayısıyla, Qıjıka Reş’in İtaatsizler’in egemenlerin diliyle eleştiri ürettiğini saptaması gibi, İtaatsizler’in Qıjıka Reş’e yönelttiği pragmatizm ve PKK kuyrukçuluğu eleştirileri de doğrudur.

İtaatsizler, harcıâlem sevgi , barış, şiddet karşıtlığı söylemleriyle, anarşizm kisvesiyle İslam sosuna bulanmış bir neo-hippiliği kendilerine güzergâh olarak seçmiş bir ekip. Onların pasifizmi bile “kendine özgü”. Esasında pasifizm basit bir yaklaşımla eylemsizlik anlamına gelmez, dünyanın pek çok köşesinde pasifistler şiddet içermeyen eylemler organize eder, sarsıcı ve şok edici çıkışlar yapmaya çalışırlar. Biz, şiddeti tamamen dışlayan bir eylemselliği özgürlük mücadelesi için faydalı bulmasak da, kendilerine pasifist diyen İtaatsizler ekibinin basın açıklamalarına koşturmaktan öteye geçemediğini, küresel pasifistler gibi şiddet içermeyen, yaratıcı eylemler yapacak asgari cesarete bile sahip olmadıklarını da not düşmek  isteriz. Mısır’daki anarşistler Müslüman Kardeşler’in bürosunu basarken, bu topraklarda İtaatsizler gibi grupların hâlâ  İslam anarşizmi vb. safsatalarla meşgul olması da yaşadığımız topraklardaki anarşist hareketin hal-i pürmealini yansıtıyor zaten.

Qıjıka Reş dergisi etrafında kümelenen ekip ise, birkaç sene önce  PKK’ye sert eleştiriler savurarak “politika” sahnesine çıkmıştı. Şimdi kanlı bıçaklı oldukları Kaos Yayınları, İtaatsizler vb. pasifist grupların kanatları altında gelişip serpilen Qıjıka Reş, PKK’nin otoriter yapısıyla Kürt halkının isyan dinamikleri üzerine ipotek kurduğundan bahsediyordu, o günlerde. Ancak bu dergi, böylesi bir söylemle liberal Türk çevrelerinden arzu ettiği manevi desteği alamadı. Kısa bir süre zarfında da Kürt özgürlük hareketinin asli özneleri tarafından hizaya getirildi. Bu nedenle, şu anda kendi kurdukları cümleleri yadsımak pahasına, PKK’nin taktik adımlarında anarşizm nüvesi bulmaya çalışmaktan nereye eğilip büküleceklerini şaşırmış durumdalar. Öyle hızlı bir “dönüşüm” yaşadılar ki, ilk çıkışlarını PKK’yi “militarist” olarak tanımlayarak yapan bu dergi çevresi, şimdi bu örgütü Ortadoğu coğrafyasının en büyük “anti-militarist” oluşumu olarak nitelemekte sakınca görmüyor. Hafıza-i beşer nisyanla maluldur, diye boşuna denmemiş! (PKK’ye dönük Deleuzyen göçebe savaş makinesi yakıştırmasını ise ciddiye alınabilir bir iddia olarak bile görmüyoruz. Bu denli büyük akıl tutulmasını yorumlamak bu yazının sınırlarını aşar.)

Günümüzde “direniş”, “mücadele” vb. büyük anlamlar atfedilen kavramlar ve bu kavramlar ekseninde geliştirilen etkinlikler, Büyük Gösteri’nin kapsama alanı içinde oynanan bir oyuna tekabül ediyor. Tekno-endüstriyel sistemi tehdit etmeyen her “mücadele”, Büyük Gösteri’yi yeniden üretmek ve bir direniş simülasyonu yaratmaktan öteye varmıyor.

Tüketim endüstrisinin ekonomik metalara yüklediği kavramsal değerle, Qıjıka Reş gibi kimlik politikasını liberal temelde sahiplenen yayınların anlam dünyaları ortak. Özgür varoluşunu gerçekleştiremeyen, kendi mücadelesinin öznesi olamayan bu dergi çevresi, “anormal bir temsil ihtiyacı’’ hissetmekte, bu ihtiyacı da reel Kürt hareketine eklemlenerek gidermekte, bu hareketten aparttığı fikirleri çocuksu bir taklitçilikle anarşistlere pazarlamaya çalışmakta. İş öylesine patolojik boyutlara uzanıyor ki, “Bakunin yaşasaydı Kürdistan’da barikatlarda dövüşüyor olurdu,” biçiminde ifadeler kullanan bu ekipten insanlara, “neden sen rahat evinde oturuyorsun da, Kürt hareketinin kurduğu barikatlarda dövüşmüyorsun?” diye soran bile kalmamış!

Günümüzde pasiflik ve edilgenlik kendilerine anarşist diyenler arasında öylesine güçlü kök saldı ki, kimse kimseyi sözüne sahip çıkmamaktan ötürü eleştiremiyor! Bu ahvalde, Qıjika Reş dergisinin anarşistleri BDP’ye oy vermeye çağırması bile “radikal” bir politik tutum olarak algılanabiliyor.  

Qıjıka Reş dergisinin Kürdistan özelinde dolaşıma soktuğu kimlik politikasından rant sağlamayı amaçlayan birileri de var tabii ki. Metropol üniversitelerinde üslenmiş eski post-anarşist, yeni liberter komünist, kerameti kendinden menkul yarı aydınlar, Qıjıka Reş dergisi öznelerine “ideolojik önderlik”yapma planları kuruyorlar; onları güncel teorilerle besleme görevini üstlenmekten, İstanbul gibi büyük şehirlerde onların üzerinden muhatap alınabilmekten mutlu oluyorlar. Bu Türk  yarı-aydınları, mutlak şiddet karşıtlığını eleştiren birkaç cümle sarf etmenin kendilerini liberal olmaktan çıkaracağını sanıyor. Velhasıl, Bookchin’in miyadı dolmuş tezlerinde cevher arayıp, bol keseden atıp tutacakları panel salonlarına koşturmaktan ibaret bir “anarşi” cümlesinin arzuladığı...

LİBERALİZMLE SAVAŞ

Max Stirner liberalizmi üçe ayırır:  1) Siyasal liberalizm 2) Toplumsal liberalizm(komünizm) 3) İnsani liberalizm(hümanizm). Bu çerçevede politik şiddeti onaylıyor olmak, birinin liberal olmayacağı anlamına gelmediği gibi toplumsal dönüşüm talep eden her düşünce, adına ister liberter komünizm, ister otonomizm densin özünde reformisttir, liberaldir.

"Toplumu dönüştürmek için verilen mücadele her zaman iktidar için verilen bir mücadeledir, çünkü amacı toplum dediğimiz ilişkilerin sistemi üzerinde kontrolü ele geçirmektir (bu sistem şimdi genellikle her hangi birinin kontrolünün ötesinde olduğundan beri gerçekçi olmadığını gördüğüm bir amaç). Aslında, bu bireysel bir mücadele olamaz. Bu kitle veya sınıf etkinliğini gerektirir. Bireylerin, sosyal dönüşümün ‘daha büyük’ amacına uygun düşmeyen bireysel arzuları bastıran bu mücadelede sosyal varlıklar olarak kendilerini tanımlamaları gerekir.Toplumu ortadan kaldırma mücadelesi ise iktidarı ortadan kaldırma mücadelesidir. Bu asıl olarak bireyin sosyal rollerden ve kurallardan özgür yaşamak, arzularını tutkuyla yaşamak, hayal edebildikleri en olağanüstü şeylerin her birini yaşamak için verdiği mücadeledir. Grup projeleri ve mücadeleleri bunun bir parçasıdır, ama onlar, bireylerin arzularının birbirini yükseltebildiği biçimlerden yetişir ve onlar bireyleri bastırmaya başladığında çözülecektir. Bu mücadelenin yolu ayrıntılarıyla planlanamaz çünkü ana ilkesi, özgür ruhlu bireyin arzuları ile toplumun istekleri arasındaki karşı karşıya geliştir." (Feral Faun, Sosyal Dönüşüm veya Toplumun Ortadan Kaldırılması)

Sonuç olarak tekrar vurguluyoruz; panel salonlarında  liberal kamuoyuna seslenmek, yasal mitinglerde kara bayrak sallamak sizi radikal bir mücadelenin öznesi kılmaz. Şiddeti sözde onaylayıp, hiçbir şiddet eylemine girişmemek, girişenler hakkında dedikodu kazanları kaynatmak sizi olsa olsa sivil toplumculuk kulvarına savurur. Teori akademik bir uğraş değildir; yıkıcı teori ancak ve ancak yıkıcı eylemle rezonans halinde gelişebilir.

“Teorinin tamamen farklı bir yorumu da vardır: Bir yıkım aracı olarak, devrimci bir silah olarak teori. Bu kavram, analizi eylemden ayırmaz, ikisini de size baskı uygulayan her şeye karşı daimi bir mücadele olarak düşünür. Bu teoriyi yazan insanlar mevcut topluma meydan okuma, saldırma, onunla çatışma ile doğrudan ilgilidirler. Radikal teorinin konusu budur. Düşündükleriniz ile yaptıklarınız arasında bir fark olmaması gerektiğine işaret eder ve yaptıklarınız zorunlu olarak her tür kanun ve düzenin ötesindedir.’’(Alexander Brener, Barbara Schurz/ Radikal Teori: 20, Pencere Kırıldı ve Tüm Hapishaneler Yok Edildi)

 Biz İsyankâr Anarşistler, özet olarak aktardığımız bu liberal komedi piyesinde rol almayı reddediyor ve söylediğimizi yapma, yaptığımızı savunma ilkesiyle ilk günkü cümlelerimizle sesleniyoruz herkese: ”Artık bu işleyişe UYUMSUZLUĞUMUZU haykırmanın zamanı geldi. Adımımızı attığımız her yere taşınacak uyumsuzluğun, uymamanın enerjisiyle var olanı bozmanın ve bozulanın yol açtığı parçalanmayla kazanılan özgürlükçü alanların ihtiyacı artık aciliyet arzediyor. Sistemi görünür kılan herşey uymama ve bozma eylemlerinin hedefidir. Uyumsuzluğumuzu ifade ederken bir merkeze, örgüte, talimata, dergiye, akıl veren otoritelere ihtiyacımız yok! Uymama iradesini sahiplenen her birey, kendi durduğu yerden bu tavrını işler kılabilir. İşyerinde patronlara, okulda yönetime/ öğretmenlere, sokakta hiyerarşi figürlerine, bir bütün olarak sistemin tüm kayışlarına karşı doğrudan tepkileri göstermenin sayısız yollarından hayal gücünü silah olarak kullanarak yürünebilir." (Uyumsuzlar Fraksiyonu/ Uyumsuzlara Çağrı)

İSYAN, EYLEM, ANARŞİ!

- UYUMSUZLAR FRAKSİYONU-