30 Ekim 2009 Cuma

Sitüasyonist Enternasyonel’i Tekrar Hatırla(t)mak




GÖK

“Gösteri, ekonominin verimli toprağında beklenmektedir ve sonunda gösteri piyasasına hâkim olması gereken bu toprağın mahsulüdür.”
Guy Debord







Kültürel, politik, ekonomik, sosyal her cepheden planlı tacizi içeren Sitüasyonizm, yaşadığımız topraklarda hak ettiği ilgiyi, sahiplenmeyi, pratik karşılığı tam manasıyla alamamış bir siyasal/kültürel akım olarak tasvir edilebilir. Guy Debord ve Sitüasyonist Enternasyonel (SE), gerek mevcut reel siyaset sahnesinde, gerekse de bizzat toplumsal pratiğin içinde önemli bir rol oynadığı dönemlerde dogmatik/muhafazakâr solun kanaat önderleri tarafından ciddi olarak tartışılmamış, dolayısıyla hakkı da teslim edilmemiş, değerini keşfedebilmek için özel bir ilgi bekleyen gizemli bir akım pozisyonunda tarihin sayfalarında kendine yer bulabilen nostaljik bir felsefi öğeye indirgenmiştir. SE, ‘en alakadar’ olanlar tarafından bile totalleştirici bir retorik, temsiliyete yönelik metafizik bir düşmanlık olarak tanımlanmış, Debord ve SE’nin çağının ufkunu açan kuram ve pratikleri sağlıklı bir değerlendirmeye tabi tutulmamıştır.

Kendiliğindenliğin sözcük olarak telaffuzunun bile tüylerini ürpertmeye yettiği muhafazakâr solun görüş alanından SE oldukça sıra dışı ve ayrıksı görünmektedir. Coğrafyamızın arkaik ön kabullerine yaslanan ‘sol’cuları nezdinde ise Sitüasyonizm, içeriği belirsiz hoş bir sedaya denk düşer. Özellikle Debord’un “Gösteri Toplumu” yüzyılın en önemli yapıtlarından biri durumundayken, SE’nin Cezayir Savaşı’ndan Watts Ayaklanması’na kadar gündemine aldığı, üzerine fikir yürüttüğü konu ve olaylar apaçık ortadayken bile geleneksel sol, ne acı ki bu felsefi akımın özgünlüklerini kavrayabilecek zihin açıklığına sahip olamamıştır. Hatta tam tersine, Sitüasyonizmin en az sistem ve muktedirler kadar, sistemin değer yargılarını kendi kişiliğine ve yaşamına içkin kılmış toplum katmanlarına karşı yükselttiği radikal eleştirel söyleminin geleneksel solun tekdüze formülasyonlarına anti-tez oluşturması, SE’ye söz konusu kesimler tarafından antipati duyulmasına gerekçe teşkil etmiştir.

Guy Debord ve SE üzerine belli başlı hatırlatmaları yapmanın, imrenilecek pratiklere denk düşen eyleyiş hallerini tekrar anımsatmanın, ‘sol’un isyancı epistemolojiden uzaklaşarak, giderek hâkim ‘gösteri’ kanalları içinde konformist bir aktör durumuna dönüşmesine dönük uyarıcı bir etki yaratacağını umalım ve SE’nin kuramsal gelişiminin satırbaşlarına yakın plandan bir göz atalım.

Debord, Sitüasyonizmi ete kemiğe büründürecek siyasal güzergâhını inşa etmeye siyasal ve sanatsal hareketliliğin beşiği olan 60’lı yılların Paris’inde Lettrist saflarda başlar. Lettrizmin özgün ideolojik çizgisi, bir teritoryaya ait olmama ve ulusal ideolojiyle özdeşleşmeme haliyle kendini kurmasıyla şekilleniyordu. Lettristlere göre proletarya, kaygı duyacağı ve kaybedeceği mülkiyetlere sahip bir sınıf olduğundan reddediliyor, devrimci potansiyel ise gençliğe atfediliyordu. O günlerde Lettrist Enternasyonel’i oluşturmaya yönelen Guy Debord, Paris sokaklarını boyalı kumaştan elbiseleriyle grafittilerle donatır : “Asla çalışma”, “Mola vermeden yaşa”… Kısacası Lettristler, arzunun şiire dönüştüğü, o günlere kadar pek de rastlanmayan yeni bir dille konuşmayı başarırlar.

Zaman içinde grup kendini gençlik alt-kültüründen Sitüasyonist Enternasyonel’e, farklı ve yeni bir devrimin seslendiriciliğine doğru dönüştürdü. SE’nin üyeleri sanat ve politikanın yeni bir kulvarda harmanlanışını ifadelendiriyorlardı. Bu çabanın özneleri “yapılandırılan bir hayat alanı” yoluyla durumlar var ediyorlardı. Durumların yapılandırılmasıyla uğraşan kişi ise SE’nin üyesi oluyordu doğal olarak.

Böylelikle SE dergisini de çıkarmaya başladılar. Kuramsal denemeler ve radikal karşıtlıklar barındıran SE dergisi, kendi döneminde birçok eylemciye esin kaynağı işlevi gördü. SE, sanatsal avangard, sürrealizm gibi eğilimleri ‘tuhaf’ addediyor ve dışlıyordu. Sitüasyonistler nezdinde radikal politikanın avangard sanat karşısında çok daha öncelikli bir konumu vardı. Hatta SE, bu bağlamda çubuğu avangard sanata, estetik meselelerine çekmeye çalışan öznelerinden birçoğunu dışlamaktan imtina etmemişti. Nitekim SE dergisi, bu dışlama anlayışını yayın süreci boyunca 70 üyesinden 45’ini ihraç ederek de pratikte göstermişti.

SE, hiyerarşik örgütlenmeyi reddediyor, “örgütlenmenin kendi içinde yeni tür insani ilişkiler kurmak” olduğunu savunuyordu. Topluluğun içinde hiyerarşi yoktu, herkes eşitti ve deneyler kolektifti. Eylemler ve metinler birlikte üretilir ve bu metinler genellikle imzasız yayımlanırdı. İktidarın, ikamecilik ve temsiliyet ilişkilerinin yeniden üretilmesiyle var edildiğini derinden kavramış bir duyarlılığa sahiptiler Debord ve yoldaşları. Grubun her üyesi daha önceki sosyal ilişkilerinin, alışkanlıklarının silinmesini içeren bir arınma töreninden geçiyordu. Bu arınma sürecinde duraksayanlar ve geçmişin yozluğunda ayak sürüyenler acımasızca tasfiye ediliyordu. Böylesi bir kolektif uyanıklık, ideallerin kurumsallaşarak reforme olmasının, konformizmin kök salmasının önünde barikat misyonu oynuyordu.

SE’ye göre proletarya, uzun bir sessizlik döneminin ardından devrimin öncü kolu olarak geri dönmüştü. Sistem içi reform talepleriyle direnen işçilerin bu tespitle çelişkisini ise işçilerin “devrim istemiş olsa bile bunu söylemediğini, çünkü tutarlı ve örgütlü bir kuramdan yoksun olduğunu” iddia ederek açıklamışlardı. Proletaryanın gerçekten istediği ancak ifade edemediği şeyleri ifadelendirecek birilerine ihtiyacı vardı, ve SE bu misyonu herhangi bir kuramsal kibire kapılmadan, hiyerarşi yaratmamaya özen göstererek üstlenmek arzusunda olan bir gruptu. SE’nin böylesi yatay bir işleyişi sahiplenmesi ve liberter düşünsel üretimi, günümüzde SE’nin pratiğinin çoğunlukla anarşistler tarafından sahiplenilmesinin, analiz edilmesinin nedenlerini anlaşılır kılıyor. Ancak unutmamak gerekir ki Sitüasyonistler kesinlikle anarşist değillerdi. Hatta, bu konuda bizzat Debord, “Son tecrübelerimiz ‘anarşist’ teriminin yeniden kazandığı karışıklığı ortaya koyuyor, ve bence buna her yerde karşı çıkmalıyız” şeklinde bir cümle bile yazmıştır. Sol ahlakçılığa mesafeli olmaları ve özgürlükçü, yaratıcı eyleyiş/düşünüş biçimleri, Sitüasyonistleri ‘anarşist’ olarak adlandırmak için yeterli değildir. Onları illa siyasal bir küme içine dahil etmek gerekirse, kendilerinin de altını çizdiği gibi ‘özgürlükçü komünistler’ olarak tanımlamak daha uygun olacaktır.

Çokça sanıldığı gibi Debord’u sanat planında derdi olan bir estetik kuramcısı olarak sunmaya çalışmak da başka bir yanlıştır. Debord’un tüm üretimlerinde/pratiğindeki esas amaç, sanatı yaşamda gerçekleştirerek aşmaktı. Gündelik hayatın sanatın anlam kazandığı yegâne alan olduğunu savunan Debord’u genel geçer ‘sanatçı’ sıfatlarının steril çerçevesinde anmak büyük haksızlık olacaktır. Nitekim Debord, bu uğurda sosyal bir eylem programı dillendirdi ve kişisel ölçekte bunu tavizsiz uygulamaktan da geri durmadı. SE’nin Mayıs 68’de üstlendiği etkinliğin ve serimlediği kolektif yaratıcılığın arkasında böylesi bir duyarlılık yatmakta. Özellikle 68’in Fransa’sından genç radikaller arasında geçerli olan kültürel/politik değerlerin mayasında tarihsel siyasal akımların (Troçkizm, Maoizm vb.) birçoğundan daha fazla Sitüasyonistlerin hegemonik ağırlığı vardır.

Debord, Marksist meta ve onun fetiş niteliğine ilişkin eleştirileriyle kendi teorisini inşa etti; bugünkü meta fetişizmini ‘gösteri’ olarak adlandırarak ‘gösteri’ nin Marx’taki anlamıyla metadan geliştiğinin sık sık altını çizdi. Debord’a göre, gösteri içinde meta kendini sergiler ve seyirciyi sürekli pasif bir seyire yöneltir. Sanat da pasif bir biçimde seyredilen bir gösteri niteliğine sahip olduğundan kendisi bir çeşit fetişizm biçimidir ve aşılmalıdır. İnsan ilişkilerinin kendisi şeyleşmiş ve fetişizm toplumsal yaşamın doğasını değiştirmiştir. Bu yüzden bu mistifikasyonla her boyutuyla mücadele etmek gerekmektedir. Her yabancılaşma biçimi gibi sanatın da sonu gelmektedir. Dolayısıyla teorisine uygun bir eyleyişi hayata geçirmek isteyen Debord, sanatsal ve politik etkinliği arasında herhangi bir açı farkı olmamasına özel bir önem vermiştir.

SE’ye göre kuram öncü bir eylem olarak her şeyin üzerindedir. Gösteri iğrençtir, çünkü genellemekle tehdit eder; tıpkı “Parti”nin işçi sınıfının temsilcisi olduğunu iddia etmesi gibi. Debord, her temsiliyetin ikiyüzlülüğün yolunu açtığını belirtir. SE’ciler bu ikiyüzlülüğe tepki olarak her zaman otonom, bağımsız devrimci faaliyetin yanında olmuşlardır. SE, devrimci hareket için geçersiz kılma yöntemiyle de alternatif bir model sundu. Bu modelin kuramsal ayakları, anti-otoriter irade yoluyla, geçmişin putlarını yok sayma hususunda cüretli bir düşünsel rotadan ilerlemek suretiyle inşa ediliyordu.

SE, her ne kadar fiziki mevcudiyetini koruyamamış olsa da yeni bir direniş projesinin oluşturulmasında önemli bir adımdı. SE, ortak dertlere, duyarlılıklara sahip birey ve gruplar için halen yeni sorular sordurma, yaratıcı yanıtlar üretebilme imkânlarını içinde barındıran önemli bir deneyim olarak ışıldamayı sürdürüyor. “Kaldırım taşlarının altındaki kumsal”ı aramaya devam eden her cenahtan Don Kişot için SE hâlâ önemli bir referans.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder